Ara

kitapsız yazar'a...





3 yıl önce, öğle vakti...

İşteyim... 

Cebim çaldı. Karşımdaki tok ses, önce anlam veremediğim bir şeyler söyledi bana: "Hrant Dink'i vurmuşlar, televizyonlar bas bas bağırıyor!" Şöyle bir durdum, -irkilmek pek insani kalır- olduğum yerde kaldım, sonra bir yerlere gayesizce koşturdum. Vurulmanın "ölmek" anlamına gelip gelmediğini soramadım bile... Dağarcığım sıfırlanmıştı. Canımın cidden yandığını hissettim, lâl kesildiğim, acımı unutmak için uyumak istediğimi hatırladığım an...

2 yıl önce, öğle vakti... 

Evdeyim... 
İzin günümde, odamdayım. 
Eski kutuları kurcalıyorum. Muhtemelen, yine çoğu boş zamanımda yaptığım işi, eski püskü, küf kokan kolileri yokluyorum. Derdim, her zamanki gibi, senelerdir kayıp olan "ninja turtles" kalem kutumu bulabilmek... Yokluğu, resmen bilinçaltıma işlemiş... Bir bulsam, hayatımın anlamı kaybolacak sanki, yaşamamın bir anlamı kalacak mı ki..?

Arabalar, lego, anahtarlıklar, futbolcu kartları, fotolar, dişlenmiş kalemler, düzeltebileceğin yanlışları yapma özgürlüğünü hatırlatan kokulu silgiler, sadece yarısı yazılmış ve sayfa sonları öğretmenin imza onayından geçirilmiş okul defterleri, sayfaları peynir kokan, yazılmaya kıyılamamış ajandalar, püskülünü ilk aşkımın yerini belli etmekle görevlendirdiğim yıllık...  Boya fırçaları, biriktirilen eşantiyonlar, düğün davetiyeleri, nikâh şekerleri, tokalar, önemsenen insanların sezdirilmeden toplanmış saç telleri, cüzdanlar, ayraçlar, yazarken muhtemelen çok sinsi manalar yüklediğimi sandığım ama bugün anlayamadığım terekesiz şiirler, tek cümleden mürekkep paragraflar...

İçeriden bir kadının ince sesi odama ansızın süzülüyor. 
Belli ki bir kalabalığa sesleniyor. 

Rahşan Ecevit mi? Yok yok, başka birisi... 
Tınısının içtenliği, siyasetçi olmadığını belgeler gibi... 
Ama hayret, duraksamadan konuşuyor. 
Sesindeki samimiyetle bezeli amatörlük, bu akıcı hitaba nasıl izin verir?
En azından biraz teklemeli, kekelemeli, heyecanı yutkunuşuna vurmalı... 
Bunları ta odamdan anlayabilmeliyim... 

Kâğıttan mı okuyor acaba..? 
Meraklı sorularım artıyor; sorularım meraktan artıyor...

Sesi tanıdık geliyor, ama yüzünü görmem lazım. 
Bir yerlerden çıkartacağım ama kim..?

Koşa koşa oturma odasına kayıyorum. 
Sesin bana ulaştığı kırıntıları izliyorum.
Kapının sövesinden destek alıp kendimi hızla televizyonun önüne atıyorum. 
Görmemle acı hissim katmerleniyor: 

Rakel Dink!

"Çok acılı ve onurlu" olarak orada bulunduğunu anlatırken kimsenin konuşmasına karışmamasını, sloganların dinmesini, hiçbir aklıevvel yorumcunun araya sözünü katmamasını dileyerek onu dinliyorum. 

Avuç içlerimi birleştirip parmaklarımı dudağıma teğetliyorum. 

Bir adamla tanışmadan, sırf onun barışa dair konuşmalarından ve yazılarından yola çıkarak bunca insanın ona neden sadece adıyla, “Hrant” diye seslenerek akranlık kurduğunu, bazılarının “fazla muhabbet, tez ayrılık getirir” uyarılarında nasıl bir katliam saklandığını anlamaya çalışıyorum.
Dayanamıyorum, koyuveriyorum kendimi.
Ağlamak güzel... 

Katili tanımak'la Hrant'ı anmak arasındaki eşik çok 'alçak'!
Dil bile, bu iki fiile bu kadar ya(t)kınken (tanımak-anmak), devletin aczine meydan okumadan nasıl bir isyan dayanağı bulabileceğimi düşünüyorum. Okumak ve sözümona yorum getirmek, o meşhur anlamlandırma süreçlerini işletmek, buradan katile değil sosyolojiye varmak, hınç alma duygusunu estetize etmekten başka neye yarıyor? 
Sukûnet telkininin samimiyeti nedir?" 

Geçen sene, sabah 6.

Askerde, koğuştayım...
Tek gözüm uykuda, tıraş olmak için yataktan doğruluyorum.

Sabah içtimasından sonra gazete bulma telaşındayım...
"An'ma haberi manşetlerde çıkar mı, yoksa hrant buluşmaları 'anı' mı oldu ?" diye söyleniyorum. 
Yerin kulağı var, diye küçük harflerle konuşuyorum.
Günlüğüme silik/sinik şeyler not alıyorum... 
Aynı şehirde olup da -vazife icabı!-
törene katılamamanın üzüntüsünü tarif etmeye debeleniyorum.

Yazıhaneye inip günlük işlere koyuluyorum.
Birden bir cinlik peydahlanıyor aklımda;
Evrakta nasıl duracak diye, hazırladığım birkaç istihbarat kodlu üstyazıya Hrant'ın Bilgilerini, tehdit edildiğini ekliyorum. elbet imzaya çıkmayacak ama Hrant'ı takip edenleri önceden bildiriyorum üst makamlara, ciddiye alsınlar, engel olsunlar diye!.. Yaşıma, rütbeme, sınıfıma aldırdığım mı var ki!
Konu, askeriyenin görev alanına girer mi, girmez mi derdim değil! 
Okuduğum okulda aldığım onca yönetim-hukuk bilgisinin de kıymeti yok. 
Kimin hangi yetkiyi/fonksiyonu gasp ettiği ırgalamıyor artık beni. 
Sadece istihbaratı sağlam işletmek, zamanı geriye sarmak ve Hrant'ı geri döndürmek istiyorum. Tehlikeyi-tehdidi ispiyonluyorum...

Çocuksu bir ispiyon zincirinin ihbar ve istihbarat mekanizmasına dönüşmesini istiyorum arsızca! Devletlû raporlardan, istihbarat kodlu heybetli yazışmalardan medet umuyorum. Sonra Hrant'ın hiç dönmeyeceği gerçeği, oyunumu bıçak gibi kesiyor! Devlet baba, topumu yarıyor, "ben sana burada oynanmayacak demedim mi! Oyun bitti Agop, haydi eve!" diyor... 

Parkamı, palaskamı koynuma topaklayıp, matbu istihbarat belgesini bilgisayarda ilk aldığım haline getiriyorum. Dosyayı kapatırken programın "değişiklikleri kaydedecek misiniz?" soru formu kamuflajlı emir-komuta zincirini "hayır" yanıtıyla tamamlıyorum... Masaüstünde açık, erişilebilir hiçbir dosya bırakmadan bilgisayarı kapatıyorum... Asayiş berkemal!

Bir-iki rutin telefon ediyorum, Hrant'tan bağımsız; 
yani gayet "hayata dair" ama "hayati" olmayan konular konuşuyoruz, 
'dinlendiği' söylenen ankesör mucibince... 

Bulutlar gri, katledildiği gün gibi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder