Ara

Bir “Vitrin Adam” Olarak İsmail Cem:

Önemsenmeyen Örgüt Bilgisi, Önemsenen Devlet Adamlığı






Ben Böyle Veda Etmeliyim... : “İsmail Cem Kitabı”
Söyleşi: Can Dündar
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, 297 s.




Türkiye solunda özellikle 1970'lerle birlikte adından söz ettiren, siyaset kurumunda nezaketin, ağırbaşlılığın, akademik bilgiyle pratik siyasetin birbirini destekleyebileceğinin, örgütün her şeyin başı sonu olduğu bilincinin, ulusal ve uluslararası düzeydeki çatışmaların arasından yüzünü gösteren barışın üzerine titremek gerektiğinin ve belki de en önemlisi köklerini kaybetmeden, “değişmeden sürekli yenilenme”nin (s.172) önemli savunucularındandı İsmail Cem.


Zengin ve İstanbul kökenli bir ailenin Robert Kolej eğitimi almış, 16 yaşında dil öğrenimi ve hayat tecrübesi için Amerika'ya ayak basmış, kültür-sanat faaliyetleri ile küçük yaşta tanışmış seçkinlerinden birisiydi... Lozan'da aldığı hukuk eğitimi sırasında Türkiye ile bağlarını koparmamış, siyasi gelişmelere sürekli kulak kabartmış fakat pratik siyasete ilk dönemler biraz mesafeli durarak eğitimini ön planda tutmuş bir gazeteci ve hukukçu adayıydı o... İsmail Cem (İpekçi), “iyi ve şanslı (eu)” doğmuş olmanın getirdiği avantajlardan yararlanmayı bilse de, toplumdaki eşitsizliklere burun kıvıran, böyle gelmiş böyle gider tavrını takınan zengin çocuklarından olmadığını, gününü gün edip orada burada tozmaktan çok toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi vazife edindiğini çocukluk döneminin önemli olaylarından biri olarak not düşüyor bu “nehir söyleşi” kitabına...


Onun için, zengin doğmuş olmak, belirli bir üst çevreye “ait olmak”, eşitsizliklere gözlerini kapamak anlamına gelmiyordu; tam tersine zenginlik, okuyup büyüdüğü muhitin nasıl zenginleştiğine, toplumsal farklılıkların nasıl azaltılabileceğine dair bir “içeriden” okuma imkânını sağlıyordu. Robert'te yatılı okurken, 16'sında Amerika'da zengin bir ailenin yanında yaşarken (s.30), Lozan'da üniversiteyi bitirirken (s.58), 40'ında Fransa'da yüksek lisans yaparken (s.154), TRT'de işçi-memur ve köylüye haklarını nasıl arayacaklarına dair haber programları hazırlarken (s.125) aklında hep aynı soru vardı: Toplumu saran eşitsizlikler nelerdir ve bunlar adına yürütülecek siyaset ne olmalıdır? Özel mülkiyete bakış nasıl olmalıdır? Zengin olmak, tüm dünyada düşünülecek olursa, insanlık için bir şeyler yapmaya engel midir? Bir zengin ya da seçkin, toplum için neler üretebilir, kişisel birikimi toplumsal süreçlere ne katkı koyabilir? Ortaya konacak örgüt(çülük) planı tüm bu soru işaretlerini ortadan kaldırabilir mi?


Can Dündar'ın uzun bir döneme yayılan ve İsmail Cem'in hastalığı nedeniyle kimi zaman kesintilere uğrayan söyleşisi, Cem'in vefatından sonra yayımlanabildi (Ocak 2008). Çocuklarının ve eşinin de tamamlanmasına katkı koydukları, belge/bilgi, fotoğraf ve tanıklıklarla destekledikleri kitap, kısa sürede oldukça fazla okura ulaştı. Kişisel anı ve siyasi tanıklıklarla bezeli söyleşi, Türkiye'de gerek siyasal, gerekse bürokratik süreçlerin nasıl işlediğini merak eden okurlara önemli detaylar sunuyor. Hayatı zevkli hale getirmeye çalışan bir adamın tutkularını, ilgi alanlarını konu edinen son bölüm bir yana, Türkiye'de elit bir aileden gelip de küçük yaştan itibaren sosyal sorumluluk hissi taşıyan, gazeteciliğe, yazarlığa, siyasetçiliğe, bürokratlığa sırf bu dert üstünden soyunan bir insanın yaşamöyküsünü okumak ilginç olsa gerek...


Daha ilginci ise, sosyal sorunların çözümünde örgütçülüğü fazlasıyla önemseyen İsmail Cem'in, parti içi demokrasi esasları üzerinde yazıp çizerken görüşlerinin arka plana itilmesi, bunun yerine uluslararası tecrübelerinin devlet ve üyesi olduğu partiler (CHP-SHP-SODEP-DSP-YTP) katında “vitrin” vazifesi olarak değerlendirilmesi... Yer aldığı tüm siyasi oluşumlarda partiye örgütçülük alanında hizmet vermek isteyen Cem, “dış gösteriş”e değer veren kurumlarca ülkeyi uluslararası alanda temsil etmeye itiliyor... Örgüt, kendi içine kapanmayı, demokratikleşmeye tercih ediyor, İsmail Cem'in olası önerilerini dinlemek yerine onu sınırlandırılmış, kuralları önceden saptanmış bir statüde çalışmaya zorluyor. Bunun adı kimi zaman TRT Genel Müdürlüğü, kimi zamansa konseylerde konuşturulan ve bir ayağı dışarıda olan milletvekilliği, kültür ya da dışişleri bakanlığı oluyor... Cem, sanki üye olduğu partilerin, oluşumların yüzakı, akil adamı ama partiyi örgütün yönetmesine karşı olan ya da tedrici yaklaşan merkez kadrolarının sürekli dışarıda tutmaya özen gösterdiği için dışişleri ile “oyaladığı” bir “vitrin adam”... “İç-işler”den el etek çektirilen bir “dış-işler” bakanı... Aldığı “harici” görevleri başarıyla yürüten, parti”miz”in göğsünü kabartan ama tekere çomak sokmasına, partideki siyasi rantlara dokunmasına müsaade edilmeyen güleryüzlü, nazik bir hariciyeci... Akademik bilgisini işletmeye hazırlanacağı, yeni örgüt yapılanmalarına dair öneriler sunacağı anda bir yurtdışı göreviyle 'onurlandırılan' bir bakan, bürokrat, milletvekili... Başarıları makam/mevkilerle taçlandırılan, işbilirlik anlamında partiye lazım olan ama bir yandan da “uzakta dursun, bizim olsun” kadar genel merkez katına yaklaştırılan bir “başvuru kaynağı”...


Parti içi fikir iletme kanallarının kâğıt üstünde açık olmasına karşın, bunu uygulayabilecek mekanizmaların ve kişilerin mümkün olduğunca işe karıştırılmamasına yine İsmail Cem'in Ecevit'le ilişkilerini örnek verebiliriz... Aşağıdaki “kol uzaklığı ve yakınlığı” saptaması, Ecevitlerin ileride yaşayacakları yalnızlaşmayı özetlemekle kalmıyor, Türkiye'deki parti içi demokrasinin haritasını sunuyor, İsmail Cem'in yazımıza başlık olan “vitrin adamlığı”nı tasvir ediyor sanki:

“DSP yönetimi, katkıya tamamen kapalı bir ortam değildi. (...)Sadece bu katkıyı koyacakların belirlenmesi, Ecevit ailesine ait bir imtiyazdı, bir haktı. Orada olacakları onlar belirliyordu. Meclis grubunu kimler yönetecek, kimler milletvekili adayı, il başkanı olacak? Demokratik bir süreç değildi bu, hatta bir danışma süreci oluyor muydu, onu da bilmiyorum. Kararları onlar doğrudan veriyordu. Aslına bakarsanız öteki partilerde de pek fark göremezsiniz. (...) Ecevit beni hep belli bir mesafede, aynı anda hem kol uzaklığında hem de kol yakınlığında tutmuştur. Hiçbir zaman beni kırmamıştır. Çok yakınına da almamıştır. Benim en iddialı olduğum konuda, 'İsmail Cem, biz bu partiyi nasıl nasıl daha fazla geliştiririz, nasıl daha iyi örgütleniriz, parti içi eğitime ne gibi ivmeler katabiliriz?' diye sormamıştır. Böyle bir yakınlığı hiçbir zaman göstermediği gibi, beni hiçbir zaman da uzağa itmemiştir.” (s.196-197)


Abdi İpekçi, söyleşinin “Gençlik Yılları” bölümünde aktarıldığı haliyle (s.70), gazeteci İsmail Cem'i şöyle tanımlıyormuş: “Yumuşak malzeme içine sarılmış inat...” Yani istediğini eninde sonunda alır, ama karşısındakine asıl hedefini belli etmeden, ona karşı nezaketini kaybetmeden, onu kırmadan, yıpratmadan... Gençlik yıllarındaki bu değerlendirme, siyasete atıldığı CHP saflarından başlayarak SHP-SODEP-tekrar CHP-DSP ve YTP bünyesinde yaşananları düşününce iyice doğrulanıyor. Üyesi olduğu siyasi partiler, belki de Abdi İpekçi'nin tanımladığı gazeteci İsmail Cem'i sadece diplomaside, yani daha steril haliyle görmek istediler... Maazallah, aynı meziyet okları bu defa örgüte yön vermeyi aklına koysaydı, bütün ipler birkaç sene içinde İsmail Cem'in eline geçebilirdi... Partiler, anlaşılan Abdi İpekçi'nin referansını zamanında iyi etüt etmişler, “yumuşak malzeme”ye kanmamışlar ki, İsmail Cem ömrü boyunca istediği gibi bir demokratik parti yönetimini oluşturamadı. Ve bir yazarın belki de tükenme ânı, anılarını deştikçe kaleminin hayat karşısında büküldüğünü bir yandan vakurca kabullenirken, diğer yandan serzenişini dillendirmesi: Yazdık, yazdık da n'oldu! (s.172, 182) Demokratik sol ya da onun aynı şey dediği demokratik sosyalizm üzerine gençliğinden beri araştırmalar yapan, farklı bilgi düzeylerine birçok kitapla hitap eden, temelde Avrupa tipi (Kıta Avrupası ve özellikle Fransa) solu referans alan ama Doğu ve Anadolu kaynaklarını da inceleyen İsmail Cem, 1980'lerin sonunda Türkiye'de sosyal demokrasiye örgüt bazında yön verebilecek çalışması (Deniz Baykal ile birlikte) Yeni Sol'un da uygulanamamış olmasına aynı cevabı veriyor:

Yazdık, yazdık da n'oldu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder