Ara

Halk'a Cumhur'u Sevdirmek:

Kâh İdareci, Kâh Siyasetçi Hilmi Uran




Giriş


Bu yazıda 1908 Mülkiye mezunu, devlet kademelerinde sırasıyla; vilayet maiyet memurluğu, kaymakamlık, mülkiye müfettişliği, mutasarrıflık (sancağın en yetkili amiri), valilik, milletvekilliği, Nafıa (Bayındırlık), Adliye (Adalet) ve Dahiliye (İçişleri) Bakanlıkları görevlerinde bulunmuş; parti bünyesinde ise il başkanlığı, umumi müfettişlik, parti genel sekreterliği, genel başkan vekilliğini yürütmüş Bodrum doğumlu Hilmi Uran'ın (1886-1957) gözünden CHP tarihini irdelemeye çalışacağım. Yazı için temel kaynak, Uran'ın 1950'de siyasetten çekildikten sonra zamanının önemli bölümünü yazmaya ayırdığı “Hâtıralarım” adlı anıları ve devamındaki temel belgeler olacak. Satır aralarında kitabın 1959'daki ilk baskısıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nca 2008'de yapılan “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım” adlı ikinci baskısının karşılaştırmasını da içerecek bu çalışma, parti-devlet bağlantılarına dönemler halinde ışık tutmayı deneyecek. Bu sayede, Uran'ın yukarıda belirtilen idari ve siyasi görevlerinin, söz konusu tek parti devrinde, aslında sanıldığı kadar birbirlerinden ayrı sınıflandırılamayacağı belirtilecek. Yazı, içeriden bir okuma yapma gayretiyle, Hilmi Uran'ın yayınladığı belgeler yoluyla, çok partili demokrasiye geçiş sancılarına da kulak dayayacak.


Hilmi Uran: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Bir İdareci


Uran, anılarına Mülkiye'nin İstanbul'da yer aldığı dönemde okulun ve İstanbul'un genel durumu hakkındaki tespitleriyle başlıyor, 1904-1908 arasını bir tür okul içi deneyim süreci olarak görüyor. Bu masumane anlatı, hayat şartlarının zorluklarını ifade eden sayfalarıyla kimi zaman toplumsal bir içerik taşısa da, esasında okulun temel kuralları ve İstanbul'un eğlence hayatına dair bir özetten ötesini bize vermiyor.
Uran'ın anılarını, idari ve siyasi bir kişiliğin CHP üzerindeki tespitleri üzerinden okumak için, okul sonrasında başladığı görevlere bakabiliriz. Zira, Osmanlı'nın son döneminde yaşanan idari sorunların, genç bir idarecinin gözüyle anlatıldığı durumlar, cumhuriyetin yaşayacağı sorunlara da öncülük ediyor. Yeni memurlara staj niteliğindeki maiyet memurluğu için yazışma kaleminde (mektubi), geçici idare komisyonlarında görev alan Uran, burada üç sene boyunca resmi yazışma usullerini tatbik eder, çalışkanlığıyla göz doldurur. Bu çalışkanlığı, kendisine kıskanılarak iş verilmesine de neden olur. Bazı mesai arkadaşları, hızla ilerlemesine mani olmak istercesine, yazması için basit evrakları ayırır, ilerlemesine şüpheyle yaklaşırlar. Uran, bürokrasinin yaratıcılık istemeyen, rutin işler kısmıyla sınırlandırılmaya çalışılır. Bir yandan da görev yaptığı her birim, tarihi dönemeçleri okumasına yardımcı olur. İlk görev yeri olan İzmir, 2. Meşrutiyet'in ilanı sırasında eşkıyalık faaliyetlerinin sıkça görüldüğü, Ödemiş havalisine yönelik kanuni tedbirlerin alındığı yerdir. İç karışıklıklardan faydalanarak Bosna-Hersek'i ilhak eden Avusturya'ya karşı, bu ülkeden alınan feslerin topluca atılıp yerlerine kalpak, serpuş giyme mecburiyetinin getirildiği dönem de (Avusturya Boykotajı) İzmir'de görevli olduğu yıllara rastlar (Hâtıralarım, s. 25-31). Diğer maiyet memuru arkadaşlarıyla (Şükrü Saracoğlu gibi) Hizmet gazetesini devralarak iş çıkışları burada Meşrutiyet'e ve ülke yönetimine dair haberler hazırlamaya da başlarlar (s.40). Uran'ın tespitlerine göre halk, Meşrutiyet'in ilanıyla beraber, eski devrin hileci ve rüşvetçi memurlarının üzerine gidilmesini özellikle istemektedir. Bu doğrultuda, İttihat ve Terakki'nin ilk işlerinden birisi, Mebusan Meclisi'nin 30 Haziran 1909 tarihinde kabul ettiği Tensikat Kanunu'nu uygulamak oluyor. Kanun, merkezde ve vilayetlerde çalışan hâkimlerin, memurların sicilleriyle birlikte her tür hâl ve hareketlerinin tetkik edilmesini, buna göre kadro dışı bırakılıp bırakılmayacaklarına karar verilmesini ayrıntılarıyla düzenliyor. “Kötü hali” tespit edilerek işten ayrılmalarına hükmedilen memurlara tazminat da ödenmiyor. Sadece liyakatsiz bulunarak ayrılmaları istenen memurlara tazminat ödeniyor. Bu kanunun uygulamaları sırasında oluşturulan komisyonlardan çıkacak kararları bekleyen memur ve hâkimlerin tedirgin bir halde işlerine gittiklerini, “tensik” işi bitene dek memlekette ciddi huzursuzluk yaşandığını, komisyon kâtibi olarak görevlendirilen Uran, anılarında aktarıyor (s. 40-42). İzmir başta olmak üzere, Manisa, Aydın, Denizli, Muğla sancaklarında görevli vilayet memurlarının hal tercümeleri (dosyaları) Uran'ın görevli olduğu komisyona yağmaya başlıyor. İşin ağırlığı altında ezilmekten korkan ekip, iş bitince yoğunluktan değil, tasfiye edilen ve istihdam edilmemek üzere memuriyetten çıkarılanların kısa zaman sonra başka yerlerde yeniden memur olmaları üzerine emeklerinin heba olmasından dert yanıyor (s. 43). Bir türlü kurumsallığını oturtamayan ve kişilere, hükümetlere, anlık kararlara bağlanan Türkiye bürokrasisinin Osmanlı'daki uzantıları üzerine önemli bir anekdot...
Maiyet memurluğunda karşılaştığı önemli hadiselerden birisi de eşkıyalık konusunda alınan tedbirler... Eşkıyalar, özellikle Ödemiş'te halkın desteğini kazanıyor ve haksız zenginleştiğine inanılan insanları dağa kaldırarak, halkın adalet makamı olarak, eprimiş devlet otoritesinin yerine geçiyorlar. Bu, İttihat ve Terakki'nin 1908 sonrasında dikmek istediği kılıfın dışında bir çizgi ve çıkarılan kanun da Ödemiş'te bir divan-ı harp kurularak yargılamalara başlanmasını içeriyor. Uran ise burada kâtiplik yapıyor ve halkın eşkıyaya yaklaşımını, devlete bakışını deneyimleme fırsatı buluyor. Oradan aktardığına göre halk, bu sempatisini sadece eşkıyaya yardımla sınırlı tutmuyor, evlatlarının ileride birer eşkıya olmasını da istiyor. Efelik, bir gurur simgesi olarak ahalide hüküm sürerken, Uran'ın genç yaşında hukuksal ve kurumsal düzenlemelerle bu eğilimin üstesinden gelinebileceğine, halk nazarında efeliğin bir ideal olmaktan çıkarılabileceğine dair umudu var. Bu umut, cumhuriyet devrimlerindeki düzenlemelerle hayata geçiyor (s. 45). Uran, cumhuriyet inkılaplarının ne derece önem taşıdığını anılarında Osmanlı ve İttihatçıları eleştirerek pekiştiriyor. Gerçi devrimlerin efelik ve eşkıyalık konusunda ne derece başarılı olduğu tartışmalı, ancak Uran'ın ilerleyen bölümlerde, idarecilik anılarını birbirine bağlarken sorunların çözümünde referans noktası olarak cumhuriyet devrimlerini işaret etmesi, cumhuriyetin kısa sürede tüm aksaklıkların üzerine gittiğini söylemesi de bu devri, 1950'ye kadar bir tür “altın çağ” olarak adlandırmasıyla eşdeğer gibi gözüküyor.
Uran'ın okulda edindiği bilgiyle bürokraside karşılaştıkları arasında yaşadığı ilk şok, vilayet yazışma kalemine gelen bir evrakla ilgili. Bergama Kaymakamı'nın bir ecnebinin evinin aranmasına yönelik izin isteyen yazısını okul bilgisi çerçevesinde değerlendirerek mevzuatı yorumlar Uran. Bir yandan da kendini gösterme gayretiyle amirine kısa bir yazı döşenir, mevzuatla beraber adli kapitülasyonları hatırlatarak bu ecnebinin evine rahatlıkla girilemeyeceğini “arz eder”. Heyecanla yazısına tebrikli bir geri dönüş beklerken, muavinin yukarıdan aşağıya çizilmiş halde elyazısını kendisine gönderdiğini görür. Altında mealen şunlar yazar: “Geçerlilikte bulunan kanunlar ve nizamlar dairesinde icabını icra ederek neticeden bilgi veriniz!...“ Uran'ın idari işleyişe yönelik ilk katkı denemesi hüsranla sonuçlanır, mevzuatı yorumladığına inandığı okul bilgisi, kısa ve matbu bir emirle çöker. Uran'a göre, muavinin düştüğü not, son dönem Osmanlı idaresine dair bir yaklaşımı imler: “Bu, suya sabuna dokunmaksızın sorumluluğu tamamıyla karşıdakine bırakmanın formüle edilmiş güzel bir yolu idi.” (s. 37)
Menemen Kaymakamlığı'na 1911'de atanan Uran, çevreyi tanıma turlarına çıkar. Evindeki aşçısına bir sohbet sırasında bakır tepsinin neden kırmızı olduğunu sorar. Birçoğumuz “ee, ne ilginçliği var bu sorunun, neden bu yazıda lüzumsuz bir anekdot olarak işleniyor?” gibi bir suali düşünebilir. Ancak Uran, okul ve hayat arasında kurduğu bağlantıyı ecnebinin evinin aranması hadisesine benzer bir şekilde burada da devreye sokuyor (s. 48-49): “...aşçı şaşırmıştı, gözlerimin içine bakarak, çekingen bir tavırla, 'Henüz kalaylanmamıştır, efendim' dedi. Fakat işin aslı, evimde bakır kapları hep beyaz görmeye alışık olduğum için, bakırın aslında kırmızı olup da kalaylandığında ağardığını düşünememiş olmamdan ibaretti. Halbuki Menemen'e, mektepte kimya okumuş ve bakırın her türlü vasıflarından imtihan vermiş bir adam olarak gitmiştim. Hayatta ilk mesuliyetli vazifeye başladığım anda bu, benim için hayatın da ayrı bir mektep olduğu ve hatta asıl mektebin bu olduğu hakkında acı bir tecrübe olmuştu.”
Menemen'de idari olduğu kadar hayati tecrübe de edinen Uran, anılarında ayrıntılara daldıkça, yönetici adaylarına uyarılarda bulunmayı da ihmal etmiyor, zamanın çekirge salgınına, orman yangınına karşı verdikleri mücadeleyi safhalarıyla anlatıyor (s.52-54). Çekirge saldırısı deyip geçmeyin, bunun bölgeye verdiği zararın yanında, bazı kimseler için geçim kapısı olduğunu da belirtelim. Şöyle ki; Menemen ve civarında başlayan çekirge salgınına sığırcık kuşlarıyla önlem almak isteyenler, Ankara'nın Çamlıdere ilçesinden sığırcık besleyenleri buraya davet ediyorlar. Çekirgenin baş düşmanı olan sığırcık, onlarla besleniyor ve bölgeyi çekirge istilasından kurtarıyor. Ancak sığırcıklar Menemen'e göç yoluyla değil, inanışa göre, Ankara Çamlıdere'deki şifalı suları hükümet izniyle şişelere doldurup buralara gelen kişilerin çekirge yuvalarına bırakmasından sonra “teşrif ediyorlar”. Hükümetin iznini alan bu kişiler, “sığırcık şifacılığı”nı zamanla bir geçim kapısına dönüştürüyorlar. Ancak Hilmi Uran bu işe göreve geldikten sonra müsaade etmiyor.
1914'te Menemen'den Çeşme Kaymakamlığı'na atandığında 1. Dünya Savaşı patlak veriyor. Osmanlı'da temelde devleti kurtarma üzerinden yürüyen tartışmalarda Uran daha çok “Osmanlıcılık” ideolojisini eleştiriyor... Mebusan Meclisi'nin kozmopolit yapısının başlarda Meşrutiyet'e dair olumlu görüşlerden beslendiğini, ancak bu meclis yapısının imparatorluğu zamanla çöküşe götürdüğünü savunuyor. Ülkeyi “kalkındırma ve kuvvetlendirme” vasıtası olarak başlatılan hareketin, Osmanlıcılığı oluşturan bütün unsurların zamanla büyük bir milliyet ve kendini beğenmişlik sevdası peşinde birbirlerinin gırtlağına sarılmasının da zeminini kurduğuna inanıyor (s. 57).
Osmanlı'dan devralınacak etnik ve ekonomik yapı ile nüfusun mesleki eğitimi için Uran'ın İzmir-Çeşme'deki kaymakamlığına da bakılabilir. Uran'ın İzmir macerası, İstanbul'da yetişmiş idareci adayı için önemli bir deneyim niteliğinde, zira burada tam da Rum göçünün yaşandığı günlerde görevine başlıyor. Nüfusun büyük bölümünü oluşturan Rumların, Osmanlı'nın kendilerine zarar vereceği haberlerinin -Uran'a göre dedikodu- yayılması üzerine, Balkan Savaşlarının hemen ertesinde Yunan adalarına yerleşme istekleri, beraberinde ciddi bir demografik dağılmayı, zanaat açısından tükenmeyi, işi bilen adamların kaybını getiriyor. Öyle ki, 45000 nüfuslu Çeşme'nin 40000'i (hepsi Rum) göç kararı aldığında, yerleşik düzen birden sarsılıyor (s. 72). Rumeli'nin yüksek ve sert iklimlerinden gelen yeni muhacirler ise deniz iklimine yabancı ve örneğin, anasonu hayatında ilk kez görüp tarlada hayvanlarına yedirmeye kalkanlar var (s. 65-68). Göç sırasındaki nakil işlemlerinin yönetim kabiliyetine ihtiyaç duyması bir yana, gidenlerin yaratacağı boşluğu doldurmak ve yeni gelenlerle göçenler arasında yağmadan kaynaklanabilecek sürtüşmelerin yaşanmasına olanak tanımamak da genç bir idarecinin ilginç deneyimler yaşaması anlamına geliyor.
Çeşme, Menemen'e nazaran ayrıntılandırılmış bir teşkilata sahip. İlçede iki bucak ve dört liman reisi var. Çoğunluk Rumlarda ve genelde Alaçatı, Ağrilya, Aşağı Çiftlik, Reisdere, Köste civarında yoğunlaşmışlar. Türklerle (yani Müslümanlar) pek irtibatları yok, pazarda daha çok Rumların işleri satışa çıkıyor, temel zanaatler ellerinde. Uran, göç öncesinde bir demografik keşif yaparken iktisadi-sosyal unsurlara değiniyor ve sürekli olarak Rumların Türkleri iktisadi baskı altında tuttuklarını, kendilerini imparatorluk içinde azınlık gibi göstermelerine karşın Çeşme civarında asıl gücün ellerinde bulunduğunu belirtiyor. Türkler Rumca da konuşurken, Rumların Türkçe öğrenmemekte ısrar etmelerini, Türklerle ticaret dışında komşuluk ilişkisi kurmamalarını not ediyor. Türklere ise övgüler yağdırıyor, mazlum olsalar da “milliyetlerini Rum kalabalığı içinde taassupla koruyan, her tehlikeye karşı uyanık, nefsine güvenen ve cesur insanlar” olduklarının altı çiziliyor (s. 61). İmparatorluğun çoğunluk-azınlık terazisi burada Müslümanlar aleyhine bozulmuş vaziyette... Ayrıca, Rumların önemli bölümü çiftlik sahiplerine müracaat ederek kiralama usulüyle bağ kuruyorlar, İzmir'e tarımsal ürün akıtıyorlar, ancak buralardan vakti geldiğinde ayrılmıyorlar. “İlçeyi istila eden, geçimsiz” Rum cemaatinin bu davranışları sürekli dava konusu oluyor ve süreç uzadıkça çiftlik sahipleri mallarının üstüne “soğuk su içmek” zorunda kalıyorlar (s. 63).
Uran, Çeşme Kaymakamlığı'ndan mülkiye müfettişliğine yükseltiliyor. 1918-20 arasındaki görevi sırasında birçok memleket geziyor, tecrübesini masa başında edinmemenin bir avantaj olduğunu iddia ediyor. Ne var ki, müfettişliğin olumsuz taraflarının da kişiyi fazla kitabi konuşmaya sevk etmesi, icraattan çok eleştiriye ve hata aramaya yönlendirmesi, kurulu bir düzen yerine sürekli göçebe hayata zorlaması ve en sonunda idari mesuliyet almaktansa dosyadan dosyaya koşturması olduğunu ekliyor. Uran, idari bir önlem olarak, müfettişlerin idarede zamanla başka birimlerde istihdam edilmelerinde yarar görüyor, bir kişinin sürekli teftişle görevlendirilmesinin kendisini körelteceğini ve devletin de onun yaratıcılığından istifade edemeyeceğini savunuyor (s. 115). Batum ve Kars'ta görev alıyor. Rusların ve Ermenilerin terk ettiği bir Kars'la karşılaşıyor; şehir, hercümerç içinde (s. 85). Kars, Ardahan ve Batum'da gerçekleşecek plebisit için hazırlık yapıyor. İdari görevlerini yürütürken bölgenin sorunları hakkında da tespitler yapıyor. Ulaşım şartlarının zorluğundan, ilkel tarım yöntemlerinden dem vuruyor. Rusların işgali altında olduğu dönemde Kars ahalisi, âşar vergisinden muaf tutulur, sadece arazi vergisiyle yükümlendirilirken; plebisit sonrasında Türklerin yönetimine geçen bölge insanına bir de âşar vergisinin uygulanması, halkta ciddi tepkiye neden oluyor, zira vergi, ürünün yüzde 12.5'ine denk düşüyor. Bu haksız durumu İstanbul'a bildiren Uran, hükümetten olumlu cevap alsa da, Kars'taki ordu komutanına verginin kaldırılmasını kabul ettiremiyor, çünkü ordu komutanı, hükümetten kendilerine hiçbir maddi destek gelmemesi sonucu ordu ihtiyaçlarının sadece bu âşar vergisi yoluyla karşılandığını belirtiyor (s. 89). Merkezden çıkan iznin uygulamaya geçirilememesine ve Osmanlı mali sisteminin çökmesine dair ilginç bir örnek...
Uran, mülkiye müfettişliği boyunca sürdürdüğü tetkiklerde makineleşmeye verdiği önemi şöyle dile getiriyor: “Birçok iptidailiğimiz gibi, kağnı için de bir gün tarihe karışmış olmak mukadderdir ve bu kendiliğinden olacak, her köylü avlusunda bu defa da, oklarına dayanmış olarak dört tekerlekli arabalar yatacaktır. Elverir ki, biz köy yollarımızı bir an önce yapalım ve köylerimizi umumi şoselere ve yollarına bağlayalım.” (s. 85) 1950'lerde anılarını yazarken kullandığı bu ifadeler, erken dönem cumhuriyet idaresinin 1929 Krizi'nde dahi mümkün olduğunca aksatmamaya çalıştığı (örnekler için bkz. s. 206-20) projelerinin devamı niteliğindeki bir diğer ulaşım ve sanayileşme hamlesini çağrıştırıyor: Marshall Yardımları ile birlikte ülkenin tarım ülkesi olarak kodlanarak çiftçiye krediyle traktör verilmesi, ulaşım ağının ve kentleşmenin özendirilmesi, şehre ürün akışıyla uyumlu yol ağının döşenmesi ve bunların elbette sorgulanmayacak devlet otoritesiyle ve devlet eliyle köylüye lütfedilmesi.
Hilmi Uran Kars'tayken, Sultan Reşat'ın vefatı üzerine tahta Vahdettin geçer ve Mondros Mütarekesi imzalanır. Uran, mütarekeyi o şartlar altında kaçınılmaz görür ve Mustafa Kemal'in Milli Mücadele'yi sonradan başlatacak olmasını Türklerin tarihi akışını değiştirecek bir olay biçiminde yorumlar. Kars'tan sonraki duraklar; Erzurum, Trabzon ve Giresun'dur. Giresun'da kaymakam emriyle tutuklanır. Sonradan öğrendiğine göre, Çeşme'deki Rum Göçü (Muhacereti) sırasında görev almasından dolayı İstanbul tarafından tevkifine karar verilmiştir. Buna anlam veremeyerek İstanbul üzerinden Çeşme'ye ifade vermeye giden Uran, hiç ummadığı bir gerçekle karşılaşır. Uran'ın birlikte görev yaptığı amiri Vali Rahmi Bey'le İzmir'de geçinemeyen zamanın kadısı Cevat Bey, sonradan cübbe değiştirip İzmir Cumhuriyet Savcısı olunca, Rahmi Bey'e güttüğü kişisel husumetini, onun döneminde cereyan eden göç olayının soruşturulmasına bağlamak ister. Doğal olarak, göçte görevli olan dönemin kamu görevlilerinin dinlenmesine kadar işi uzatır. Olayın kişisel husumet olarak gözükmesinin yanı sıra, Balkan Savaşları ertesindeki Rum Göçü ile, bundan sonra başlayan 1. Dünya Savaşı'ndaki Osmanlı topraklarında imzalanan göç kararlarının topluca birleştirilmesi hukuksal ve idari bir skandal olarak yorumlanır Hilmi Uran cephesinde. Düşününüz, dünyanın gözü Ermeni Tehciri nedeniyle sizin üzerinde ve konuyu özellikle gündeme taşıyan müttefikler... Siz, bu göç kararlarını birlikte ele almak ve kamu görevlilerini tutuklamak suretiyle tam da Ermenilerin ve müttefiklerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz! (s. 113) Kişisel sürtüşmeler, devletin dışa karşı iddialarını da dayanaksız kılmakta...
Gelişmeler sırasında İstanbul'da Mebusan Meclisi son toplantısını yapıyor, işgalle birlikte feshediliyor. İşgalin dolaylı etkisi, Kurtuluş Savaşı'nın başka bir merkezde ilerlemekten başka yolu olmadığını kanıtlaması ve işgal karşıtı yerel-ulusal güçleri birleştirecek ilk adımı farkında olmadan atması... TBMM'nin kuruluş sürecine dair temel metinleri anı kitabında bulmak da mümkün (s. 120-24).
Uran, bir süre görev almadan yaşadığı Milas'ta, kendi deyimiyle, “halkla ilk defa resmiyet dışında bu kadar yakından temas” kurmuş ve “cemiyetimizin husus bünyesini ve o bünyede hadiselerin işleyiş tarzını layıkıyla öğrenmiş”tir (s. 127). Bir idarecinin toplum analizleri, toplumu devlete yaklaştırma ve halk'a otoriteyi sevdirme çabaları açısından bu giriş cümleleri kayda değer. Zira, Uran'ın gözlemlediği kadarıyla, Osmanlı ve cumhuriyet dönemi yöneticisi, icabında halktan mevkiine dayanarak şahsı için hürmet bekliyor, fakat saygısızlık sandığı ufak bir hareket karşısında duyduğu gücenmeyi vazifesinin ifa tarzına kadar yansıtabiliyor. Uran, özellikle küçük yerlerde yöneticilerin bu tavrının halkın devlet algısında ciddi hasarlar oluşturduğuna inanıyor. Halkın bu idarecileri memnun etmek, işlerinin ters gitmemesi için ellerinden geleni yapmak gibi bir “mecburiyeti” doğuyor. İdarecinin mi, yoksa vatandaşın mı hizmet sunan olduğu ayrımı silikleşiyor, belki de tersine işliyor. Üstelik, idari kayıtlar altında yürütülen, kontrollü bir ticaretin yerel görevliler tarafından suiistimale uğratılabileceğinin de altı çiziliyor. Devletin her türlü girişimi takibe alması, denetlemesi, vergiye bağlaması vatandaşta devleti sevmekten ziyade ondan çekinme duygusunu hâkim kılıyor. Uran'ın tüm derdi de bu “çekinme” duygusunu bir devlet ve otorite sevgisine dönüştürmek, cumhurperver bir halk yaratmak. Bu doğrultuda, hem Kurtuluş Savaşı yıllarında hem de Şeyh Sait İsyanı'nda (Uran buna “Şark İsyanı” da diyor) görev yapan, olağanüstü bir mahkeme niteliği taşıyan ve kararlarına itiraz yolu kapalı İstiklâl Mahkemelerinin kuruluş-yargılama usullerine, bunlardaki adalet mekanizmalarının (karar-onay-infaz) işleyişine değinmekten uzak duruyor, daha çok teşkilatlanışlarını aktarıyor. Ayrıca Uran, bu tip mahkemelerin olağan dönem adli mahkemelerinden ayrı esaslarla konumlandırılmalarını olumluyor. Devletin geçici ihtilal mahkemelerini kurmasının, halkın adalete güvenini tesis etmek suretiyle, fayda sağladığını düşünüyor. İstiklâl Mahkemelerinin karar alma usullerinin halk nazarındaki değerinden çok, bu mahkemelerin adli mahkemelerin işleyişinden ayrı yapılandırılması, sonra olağan döneme geçildiğinde halkın adalet mekanizmasının işleyişine güveni artırmış Uran'a göre. Çünkü idare, olağan dönemle olağanüstü dönem yargılama usullerini kesin biçimde ayrıştırarak, halkın adalet mekanizmasına güvenini tazelemiş (s. 182). Uran, halk-devlet ilişkilerini genç idarecilik dönemlerinden siyasetin değişik kademelerine kadar “otoriteye karşı gelmeyen, onu benimsemiş halk” - “vatandaşını sıkboğaz etmeyen, halkın kazancını yüksek vergilerle pula çevirmeyen, girişimciliğinin önünü açan âdil devlet” denkleminden okumaya gayret ediyor. “Otorite”yi gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet devirlerinde bu kadar sorgulamadan, sadece onun aksak yönlerinde rötuşlar yapılarak ve dürüst idareciler eliyle düzeltilebilecek bir değer olarak tanımlaması, onun bürokratlık deneyiminin ilerideki siyasetçi kimliğine egemen olmasıyla ilişkilendirilebilir. Bürokrat Hilmi Uran, siyasete de devletmerkezlilik üzerinden eğiliyor, devleti ve partiyi veri alıyor, kurumu önceliyor, halk'a ilk elde devleti (cumhur'u) sevdirip, aksak yönleri yine devlet eliyle çözdürmeye çalışıyor. Otorite dışı bir açılıma geçit vermemeye gayret gösteriyor, devletin özellikle 1930'larda aşırılaştığı anları “makul” bir eleştiriye tabi tutuyor, bu bahse “İdare-Siyaset İç İçe: 'Aranan Adam' Hilmi Uran” başlığında değineceğiz. Osmanlı deneyimindeki yüksek vergiler, ayak basılmayan coğrafyalardan biat beklenmesi, cumhuriyet açısından ders alınacak noktalar olarak bu anılarda karşımıza çıkıyor.
Antalya Mutasarrıflığı'na atandığında Afyon ve Sakarya Muharebeleri için yapılan hazırlıklara katılıyor. 26-31 Ağustos 1922 Afyon Zaferi'nden sonra yaşanan Rum göçüne tanıklık ediyor. Burada Rumların eşyalarını almalarına müsaade edilirken altın götürmemeleri için özel önlemler alındığını, fakat Rumların hileyle yine de altın kaçırdıklarını ekliyor. Bu muhacirleri “Rum Kilisesi ve Yunan Megalo İdea'sının kurbanları” olarak görüyor (s. 145). Görevini sürdürürken yapılan TBMM seçimlerine halk tarafından habersizce aday gösteriliyor, Mustafa Kemal'e durumdan haberdar olmadığını bildiren bir mektup yazıyor, bu bilgilendirici tavrı olumlu karşılanıyor, ancak nihai aday listesinde adı geçmiyor. Mebus seçilemese de, Uran'ın tespiti o yönde ki, Mustafa Kemal'e diğer adaylar dururken kendisinin seçilmesini uygun görmediği yönündeki telkini takdirle karşılanıyor, ummadığı halde Adana'ya vali atanmasını sağlıyor (s. 148).
Ağustos 1923'te, 37 yaşında Adana Valisi olur Hilmi Uran. Bakanlığın yeni düzenlemesine göre, bütün livaların vilayet sayıldığı bir yapılanmaya gidilmektedir ancak Adana ve Edirne bu yeni yapıya dahil edilmemiştir. Şehirde su ve elektrik tesisatı yok, birkaç zengin ailenin kullandığı lokomobil adlı buharla çalışan tarım aleti dışında ziraatte makineleşme yaygınlaşmamış. Özellikle pamuk toplama aylarında şehrin nüfusu ve etnik çeşidi artıyor. Bunlardan özellikle Nusayriler üzerinde duruyor Uran ve meclisteki temsillerine kadar konuyu ayrıntılandırıyor. Bu grubun geleneklerini sürdürüp içine kapalı yaşamasını, dilini sürdürmesini Osmanlı'nın zaafı olarak görüyor, kendilerine gerçek ilginin ilk defa cumhuriyet döneminde gösterildiğini savunuyor. Uran'a göre, Nusayrileri toplumla kaynaştıran, onlara Türk oldukları hakikatini ve gururunu yaşatan, aslında Eti Türklerine mensup olduklarını tarihi bir hakikat olarak açıklayan ve milliyet ayrılığına son veren, Atatürk olmuştur (s. 162, vurgu bana ait).
Cumhuriyet tarihinin kırılma noktalarından biri sayılabilecek Şeyh Sait İsyanı'nda Adana'da bulunan Uran'ın kabine ve meclisten işittikleri, Mustafa Kemal'in Ankara'daki gücünü kanıtlıyor. Dönemin Başvekili Fethi Okyar'ın isyanı hafife aldığını düşünen Mustafa Kemal, vekiller heyetiyle buluşarak isyanla ilgili acil tedbirler alınması gerektiğini belirtip görüş topluyor. Ancak vekillerin çoğu Fethi Okyar'la hemfikir. Bunun üzerine Mustafa Kemal, işi gruba götürüyor. Fethi Okyar, grupta kendisiyle karşı karşıya gelmek istemediğini, gerekirse kabineyi dağıtabileceğini söylüyor ama Mustafa Kemal, grubun desteğini alarak Fethi Okyar'ı azınlıkta bırakıp başvekillikten bu yolla çekilmesinden taraf. Konu meclis grubuna gittiğinde, Mustafa Kemal tavrını biraz da hiddet ve asabiyetle ortaya seriyor. Bunun üzerine vekiller, karşı çıkacakları varsa da, Mustafa Kemal'den yana oluyor, isyanı bastıran ve devamındaki siyasal çehreyi çizen, Mustafa Kemal'in politikası oluyor (s. 170).

İdare-Siyaset İç İçe: “Aranan Adam” Hilmi Uran

Kısa süreliğine Ankara'da özel sektöre kayan Uran, daha sonra Saffet Arıkan'ın partinin Adana Müfettişliği teklifine sıcak bakarak resmen siyasete giriyor. Dönemin Türkiyesi, CHF teftiş teşkilatı tarafından dokuz mıntıkaya ayrılarak yönetiliyordu (s. 188).* Adana'daki görevi sırasında müfettişlikle mebusluğu -Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)- birlikte yürütüyor, teftiş bölgesindeki gözlemlerini paylaşıyor. SCF'nin Mustafa Kemal'in yakınlarına kurdurulmasının, partinin Mustafa Kemal için bir emniyet, hatta icabında kaldırılabilme tedbiri içerdiğini düşünüyor (s. 193). Uran'ın SCF'nin örgütlenme politikalarını eleştirirken onları acelecilikle eleştirmesi de bir tür parti-devlet kontrol mekanizması örneği olarak görülebilir. Şöyle ki; Uran, SCF'nin taşrada yeterince örgütlenmeden belediye seçimlerine katılma telaşını yersiz bulur ve hareketin içeriği belli olmadan kâğıt üstünde “muhalif” diye belirmesinin sakıncalarına değinir. Aceleci adımlar, partiyi halk içinde bulunan “büyük bir hoşnutsuzlar zümresinin temsilcisi mevkii”ne sokmuş ve halk tabakalarının ruhuna sinmemiş körpe inkılap hamlelerini de tehlikeye atmıştır (s. 194). Uran, adını koymasa da, SCF'nin devlet-CHF güdümünde ve çizilen şemalar dahilinde bir muvazene siyaseti gütmesinden yana. Öyle ki, bu aceleciliğin hem örgüt yapısının oturmaması hem de kolaylıkla inkılap karşıtı hareketlerin odağına çekilmesi nedeniyle SCF'nin ömrünü kısalttığını da düşünmekte. Yani, Mustafa Kemal'in ikazına kulak asmayan, “pek de uysal kalmayacağı anlaşılan, idare edilir durumdan hemen çıkacağı müşahedesini veren ve hoşlanmadığı inkılaplardan kurtulma ümidini halkta sezdiren” (s. 199), üstüne üstlük beklenmedik oy alan muhalefet, bir nevi 'erken öten horoz'un akıbetine uğrayacaktı, diyor Uran...
Adana mebusluğu sırasında teklif edilen Nafıa Vekilliği (Bayındırlık Bakanlığı), ülkenin 29 Krizi'ne rağmen demiryolu ve karayolu yapımına önem verdiği dönemde, sanayileşme hamlesine atıldığı bir aralığa da denk düşüyor. Bu açıdan Uran'ın bakanlığında Türkiye, Sovyet uzmanlarla demiryolu ve atölye, fabrika, baraj yapımında ciddi işbirliğine gidiyor. Bürokratik sorunlar, bu dönemin yine başlıca konularından... Birçok proje, ödenek yetersizliği yüzünden rafa kaldırılıyor ya da bakanlıkların kendi ödeneklerini artırmak amacıyla birbirleriyle çekişmeleri, devlet içi uyumu bozuyor. Öyle ki, her yetkili, biraz fazla ödenek koparabilmenin ince hesaplarını güdüyor. Uran da Maliye Bakanı Abdülhalik Renda'nın ameliyat olmak için yurtdışına çıktığı bir dönemde -asli görevi (Bayındırlık Bakanlığı) uhdesinde olmak kaydıyla- makama vekalet ediyor ve o arada bir imzayla Bayındırlık'a ödeneği salıyor. Bu sayede hem izin veren olarak Maliye Bakanlığı'nın hem de izni alan olarak Bayındırlık Bakanlığı'nın nimetlerinden faydalanabiliyor (s. 226). Bayındırlık anılarını okudukça, 1920'lerin Ankara imar planlarını, şehrin öngörülen nüfusunu ve buna uygun yerleşimleri, su(lama) ve kanalizasyon altyapısının tarihçesini de öğrenmiş oluyoruz (ayrıntılı bilgi için bkz. Toplumsal Tarih, Temmuz 2009, S. 187; Bilâl N. Şimşir, Ankara... Ankara..., Bilgi Y., 2006; (der.) Tansı Şenyapılı, 'Cumhuriyet'in 'Ankarası', ODTÜ Y., 2005; Orçun İmga, Tek Partili Dönemde Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dipnot Y., 2006).
Rahatsızlığı nedeniyle yurtdışında tedavi görmek üzere bakanlıktan ayrılan Uran'ın mebusluğu sürer, yurda döndükten sonra, Mayıs 1935'te kendisine partinin İstanbul İl Başkanlığı görevi teklif edilir. Recep Peker'in parti genel sekreterliği döneminde bir yıl kadar görevini sürdürür. Haziran 1936'da yapılan değişiklikle valiler, aynı zamanda il başkanlıklarını yürütmeye yetkili kılınınca, bu görevden ayrılır. Düzenleme, basit bir yetki birleştirmesi değildir, cumhuriyet tarihinde daha sonra parti-devlet yakınlaşması ve hatta otoriter yönetimin içeriği üzerine derin tartışmaların da can damarını oluşturacaktır (konu hakkındaki temel görüşler için bkz. Cemil Koçak, “CHP-Devlet Kaynaşması Üzerine Belgeler (1936)”, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, içinde, İletişim Y., 2009, s. 109-29). Düzenlemenin içeriğini Atatürk, bir İstanbul gezisinde, Uran'a şöyle izah eder: “Partiyle hükümetin bundan böyle bir elden idare edilmesine karar verildi. Genel sekreterlik vazifesi, Dahiliye vekiline ve vilayetlerdeki parti reislikleri vazifesi de mahalli valilere devredilecek.” Bu durumda Uran, yayımlanacak beyannamenin ardından vazifesini İstanbul Valisi'ne bırakacaktır (beyanname için bkz. s. 247-48). Uran, bu tavrı bir aşırılık sayıyor ve otoriteyi 'makul' bir eleştiriye tabi tutarak, alınan kararın partinin bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırdığını düşünüyor. Devamında, “hükümetin, kendi partisinin varlığına bile tahammül edemeyerek daha dar bir rejime yöneldiğini” savunuyor. SCF'nin kapatılma örneğiyle karşılaştırdığında, partinin daha otoriter bir yöne savrulduğunu şu sözlerle sabitliyor:
“-Beyannamenin önemi-...1930 senesinde, memleket idaresinde çeşitli partiler rejimiyle bir denetleme sistemi tesisi tecrübe edilmişken, (hükümetin) kendi partisinin denetlemesine bile tahammülsüzlük göstermekte oluşu ve bu tahammülsüzlüğü de 'memleketin siyasi ve içtimai hayatında güdülen yüksek maksatların tahakkuku' ve 'Partinin inkişafının hızlandırılması' gibi aslı olmadığı belli olan hedeflerle saklamaya çalışmasıydı“ (s. 249). Recep Peker'in genel sekreterliğe veda konuşmasında “her işde en doğru ve en iyiyi yapan büyük şefimiz Atatürk'ün ve Kemalizmin eserinin en sadık hizmetkârı olarak kalacağını” beyan etmesini de samimi bir konuşma saymadığını ekler (s. 248).
9 ay kadar mebusluk dışında görev üstlenmeyen Uran, meclis reis vekillerinden Abdülhalik Renda'nın vefatı üzerine 233 oyla Mart 1937'de bu makama oturur ve parti yöneticiliğinden meclis yöneticiliğine 'atlar'. Sene sonuna doğru İnönü, uzun bi soğukluğun ardından, Atatürk tarafından başvekillikten azledilir ve Celal Bayar Kabinesi göreve başlar. Bu kararda İnönü-Atatürk çekişmesinin, İnönü'nün son dönemlerde beliren kibirle karışık özgüveninin ve özellikle Nyon Konferansı'nda ve Hatay Meselesi'nde Türkiye'nin alacağı tavır ile İstanbul'daki Bomonti Bira Fabrikası'na dair anlaşmazlıklarının payı olduğu iddia edilse de (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Y., 2004, s. 539-42; Abdi İpekçi, İnönü Atatürk'ü Anlatıyor, Dünya Kitap, 2004, s. 43-44; Süleyman Yeşilyurt, Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Y., 2000, s. 49-54), karar sayesinde ekonomik ve sosyo-kültürel açılımlar konusunda Celal Bayar'ın görüşlerinin uygulamaya geçirilmesine de olanak tanındığı bilinir. *
Atatürk'ün ölümünün ardından kurulan Celal Bayar Kabinesi'ne adliye vekili olarak atanır. İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir, lâkin bu mevki, parti genel başkanlığını kendiliğinden getirmemektedir. Kurultay İnönü'yü seçene kadar, aynı zamanda başvekil olan Celal Bayar genel başkanlığa vekâlet eder. Refik Saydam'ın kurultayın başındaki nizamname teklifi, “ebedi başkan” olarak Atatürk'ü, “değişmez genel başkan” olarak İnönü'yü işaret etmekte ve bu “değişmezliğin” istisnalarını; vefat, vazife yapamayacak bir hastalığın sabit olması, istifa olarak maddelemektedir (Nizamname teklifi için, bkz. s. 285). “Şef” sisteminin miladı olan bu dönüşüm, en az 1936'daki “vali-il başkanı” düzenlemesindeki parti-devlet özdeşliği kadar partiyi demokrasi dersinden sınıfta bırakacaktır.
Parti meclis grubu çalışmalarına da değinen Uran, kapalı oturumlarda konuşulan konuların ardından, tavırları konusunda eleştirilen bir mebusun sadece uyarılmakla yetinilmesini kâfi görmüyor, her oturumdan sonra ilgili mebus için güvenoyuna gidilmemesinin bir yaptırım eksikliği olduğunu savunuyor. Grup başkan vekilliği süresince (1939-1943) grup müzakerelerinin kapalı yapılmasını da doğru buluyor ve bu konuda partiye yöneltilen eleştirileri haksız görüyor, çünkü ona göre parti, bu toplantıları açık yapsaydı, bazı mebuslar dışarıya karşı şirin gözükmek adına samimiyetlerini ve şiddetli eleştirilerini saklayabilirlerdi.
Meclis grubundaki eleştirilerin dışında, gerçek bir muhalefet kuruluncaya kadar meclisin kendi içinden çıkardığı bir de Müstakil Grup'a rastlıyoruz. Ali Rânâ Gürtan başkanlığında çalışan ekip, parti grubu müzakerelerinde söz alamaz, dinlemekle yetinebilirdi. Müstakil Grup'a üye olan mebus, kabineye giremezdi. Kendisinden ciddi muhalefet beklenen ve bir anlamda gerçek muhalefet partisinin prototipi olması tasarlanan bu “suni” grup, mecliste bekleneni veremiyor, yeterince muhalif olamıyor (s. 291).
1939'da başlayan 2. Dünya Savaşı'na İnönü'nün kararlı dış politika hamleleriyle girmemekte direnen Türkiye'ye Uran'ın penceresinden bakıldığında, parti içi tartışmalar daha netleşiyor. Uran, bu dönemde hükümetin meclise karşı kendini her zamankinden sorumlu hissettiğini, açıklamalar için sürekli bir araya gelindiğini ve parti içi muhalif isimlerin de hükümeti yıpratmayan sorular yönelttiğini hatırlatıyor (bkz. Kâzım Karabekir, Ankara'da Savaş Rüzgârları: 2. Cihan Harbi CHP Grup Tartışmaları, Emre Y., 1995). Devamında savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılara değiniyor ve sözü Varlık Vergisi'ne bağlıyor. Servet ve kazançlar için kesin bir ölçü kabul etmeyen kanun, mükelleften alınacak vergiyi takdir yetkisine bağlamıştı. Vergi yerelde toplanmaya başlandıkça bu takdir yetkisi sorumluların elinde suiistimale uğratılabiliyor ve takdir, vergi tarhıyla orantısızlık içeriyordu. Vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale'ye çalışma kampına gönderilmeleri, Uran'a göre kanunun uygulanması sırasındaki merhametsizlik ve adaletsizlikleri gösteriyordu. Üstelik kanunun öngördüğü 400 milyonluk gelirin 100 milyonu henüz toplanamamıştı. Uran, burada siyasal tartışmayı daha çok meclis içine yönlendirmek ve sorumluluğu tümüyle partiye yüklemek niyetinde. Kanunu gerekçe göstererek ne Başvekil Saracoğlu'na ne de Maliye Vekili Fuat Ağralı'ya yükleniyor. Bunun yerine, o dönem mecliste görev yapan ve kanunun geçmesine müsaade eden tüm mebuslara, yani partiye topu atıyor (s. 316). Bir “yüzleşme” olarak Varlık Vergisi'nin içeriği ve uygulamalarına değinmek, gerçekten önemli bir siyasi sorumluluk örneği gibi gözükse de, Uran'ın anılarında daha önce gördüğümüz üzere, bunun siyasal sonuçlarını yine kurumsal mekanizmalara yüklemesi, sorun varsa bunu kurumları düzelterek aşmaya çabalaması, halka dönük bir açıklama yerine devletin içini değiştirerek halk'a cumhur'u (devlet'i) sevdirmeyi denemesi ve toplumsal içerik taşıyan ideolojik bir tartışmadan özenle kaçınması üzerinde durmalıyız. Sorumlu meclis, hükümet ya da tek tek kişiler olabilir de olmayabilir de... Uran da bir günah keçisi bulmak derdinde değil, ancak partinin bu kanunla su yüzüne çıkan ve gayrimüslümlere yöneldiği belli olan “sermayeyi Türkleştirme” gayretlerini neden halının altına itiyoruz? Türk-Yunan Mübadelesi'ni, '29 Krizi sonrası devletleştirme hamlelerinin bir bölümünü, Varlık Vergisi'ni, 6-7 Eylül Olaylarını Türkleştirme siyasetinin parçaları üzerinden okumak daha dürüstçe bir hesaplaşma olmaz mı? Bunca toplumsal ayrışmaya neden olan bir siyasi kararın tahlilini, siyasetin iç kurumlarında (parti-örgüt-meclis-hükümet vs.) yapmaya devam ettikçe, sorunun toplumu ilgilendiren yanına kulağımızı tıkamış olmuyor muyuz? Bu, Osmanlı'nın son dönemindeki devlet'i kurtarma düşüncesinin farklı bir tarihsellikte yeniden belirmesi değil mi? Devleti değiştirmeye-dönüştürmeye yeltenen mekanizma, halk'ın bu değişime paralel olarak devlet'ine yeniden saygı duyacağı, otoriteyi kabul edeceği otomatizmine nereden sahip oluyor? İşte belki de Uran'ın serzenişini yansıtan bir noktaya geliyoruz. Uran, yasal düzenlemeler Türk vatandaşlığının çerçevesini çizmiş olsa da 1950'ler Türkiyesi'nde “henüz Türk dilinin, kültürünün, âdet ve ananelerinin yurt sathında umumi bir hal alamadığı”ndan dem vurur. “Birçok köyün hiç Türkçe bilmediğini, bilenlerin de konuşamadığını, birtakım köylerde ise Türk olmadıklarını açık açık ve pervasızca söyleyenlerin olduğunu” vurgular (s. 346): “Sorun, dışarıya karşı güçlü olabilmekse, milli davalar içinde ele alınacak ilk dava, iç bünyede şuurlu bir milliyet birliğinin yaratılmasıdır ve (...) bu bir eğitim ve telkin davasıdır” (s. 347).
Savaş sonrasına dönersek; parti içi değişimlerde önemli bir halkayı Recep Peker'İn dahiliye vekilliğinden alınmasının oluşturduğu söylenebilir. Peker'in valileri bile kimi zaman huzuruna kabul etmeyen, yerel gelişmeleri dinlemeyen ve yalnızlaşan tavrı İnönü'nün tepkisini çekiyor. Mayıs 1943'te Suat Hayri Ürgüplü ile Hilmi Uran arasındaki yeni dahiliye vekili tercihini partinin ve bürokrasinin değişik kademelerinde bulunmuş, siyaseten partide münakaşaya bulaşmamış, iş bilen ve “aranan adam” Hilmi Uran'dan yana kullanıyor İnönü. Uran, yeni yoğun görevini yadırgamıyor. Bakanlık, diğer bakanlıklara nazaran oturmuş bir yapıda ve Uran'dan pek de yeni bir atılım beklemiyor (s. 322). Yine bakanlığı döneminde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu meclisten geçiyor. Kanun; arazisi olmayan veya yetmeyen çiftçileri veya çiftçilik yapmak isteyenleri geçimlerini sağlayacak ve iş kuvvetlerini değerlendirecek ölçüde araziye sahip kılarak onları üretim araçlarıyla donatmak ve bu sayede yurt topraklarını sürekli işler halde tutmak amaçlarını güdüyordu. Bunun gerçekleşmesi için; devlet veya köy, kasaba ve şehir elinde bulunup da amme hizmetlerinde kullanılmayan arazinin, sahibi bulunmayan arazinin ve kurutulan bataklıklarla doldurulan göllerden hâsıl arazinin ve nihayet istimlâk edilebilecek sahipli arazinin talep edenlere dağıtılmasına izin veriyordu (s. 349). Şeklen iyi hazırlanmış gözükse de Uran, kanunun büyük arazi sahiplerinin mülklerine zarar geleceği korkusunu dilden dile yayacak kadar çarpıtılarak sunulduğunu, bunun da huzursuzluk yarattığını bildirir. Halbuki, ülkede sahipli araziye dokunmadan da kamu toprakları topraksız vatandaşlara verilebilirdi, diyor Uran. Üstelik toprağını işlemeyen arazi sahiplerinin topraklarının devletçe istimlâk edilebileceğine dair hükümler yerine, kanuna toprağı işletme tekniklerine ilişkin farklı maddelerin konulması durumunda yine büyük toprak sahiplerinin buna karşı çıkmayabileceğini savunuyor. Görüldüğü üzere Uran, zümreler-sınıflararası tartışma ve olası çatışmaların yerine, kamu topraklarının topraksızlara açılmasının sorunu çözeceği kanaatinde. Yani, asıl sorunun toprak mülkiyetindeki karmaşada olduğunu savunuyor ve her kesimin çıkarına olabilecek bir düzenlemeyi yine devlet organları ve yasal mevzuat eliyle aşabileceğimizi düşünüyor. Uran, bürokratik ve yasal mevzuatın değişiminin memlekette adil bir toprak bölüşümünü sağlayacağını ve böylece yeni kazanç alanları açılacağını savunarak, birkaç örneğini yukarıda sergilediğimiz devlet'in içini değiştirmenin ve yasal mevzuatta tadilata gitmenin topluma yarar sağlayacağına, bunun da toplumda karşılık bulacağına, halk'ın cumhur'u seveceğine meylediyor. Peki, gerçekten de yasal düzenlemelerde büyük toprak sahipleri ürkütülmeseydi, kamu toprakları işlemeleri için topraksızlara ayrılsaydı sorun çözülür ve CHP de daha sonra DP'nin suçlamalarında kullanacağı bu toprak reformu argümanını kendi lehine çevirebilir miydi? Çağlar Keyder ve Şevket Pamuk aynı görüşte değiller (“1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Üzerine Tezler”, Yapıt, S. 8, Aralık-Ocak 1985, s. 52-63). Kanunun meclis tartışmalarında söz alan Menderes, “Toprak kıtlığı mı var ki toprak dağıtmaya kalkıyorlar!” diye eleştiride bulunur. Gerçekten de istense, fazla zorlanmadan kamu toprakları yeniden üretime açılabilirdi, çünkü savaş kısıtlamaları nedeniyle üretimde düşme kaydeden toprakların tekrar üretime açılabilmesi, mülkiyet değişimine değil, tarlayı sürecek insan ve öküz sayısına bakıyordu. Üretim, köylünün topraksızlığı nedeniyle sınırlı değildi, yoksul köylünün tarlayı sürecek hayvanı yoktu. Üstelik Uran'ın dediği üzere, kamu toprakları topraksızlara tahsis edilerek de ekim yapılabilirdi. Ancak Uran'ın da bahsetmediği asıl soru(n) şu: Açılmaya hazır bu kadar kamu toprağı varken, köylü neden kendi ürününü ekip satmak yerine gidip de üç beş kuruşa ağaya çalışıyor? Çünkü köylünün tarlayı sürecek hayvanı, sabanı yok. Olay, üretim araçlarına sahiplik meselesinde tıkanıyor. Toprak olsa da tarlayı sürecek araç yok! Hilmi Uran, büyük toprak sahiplerini ürkütmekle eleştirdiği ve ülke gerçeklerini bilmediklerini iddia ederek suçladığı mebuslardan çok da farklı konumda değil aslında. Evet, Uran büyük toprak sahiplerinin topraklarını herhangi bir nedenle istimlâk etmek yerine kamu topraklarının kullanılabileceğine işaret ediyor, ama asıl sorunun hâlâ toprak mülkiyetiyle ilişkili olduğu noktasında yanılıyor. Köylünün kamu toprağını edinince üretimini artıracağına ve ne ağanın ne de köylünün CHP'ye karşı çıkacağına inanıyor. Keyder ve Pamuk'un belirttiği üzere, ağanın toprağında çalışan köylünün derdi, toprağın ağanın elinde tekelleşmesi değildi.

Bu koşullarda gerekli olan, toprak reformu değil, öküz reformuydu, çünkü yoksul köylünün tarlaya gereken hayvanı alacak parası yoktu. Topraksızlık yoksulluktan kaynaklanıyordu; yoksulluk topraksızlıktan değil! (Keyder ve Pamuk, s. 61; ayrıca bkz. Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Y., 2006, s. 117-149) Öküz reformu yapılamadığından, kanun da sonuçsuz kaldı ve 1945'te toprak dağıtımı açısından her kesim memnun edilmiş olsaydı bile, “öküz ağalığı” devam ettiği için ortakçılık, yarıcılık da devam edecekti. İronik bir şekilde, bu öküz sorununu kısmen aşacak ve kalkınmacılıkta simge olarak kullanacak kişiler de, Topraklandırma Kanunu'na karşı çıkan ve sonradan Demokrat Parti'yi (DP) kuran Menderes ve ekibidir. Marshall Yardımlarının girişiyle birlikte ilk traktörler de Anadolu'ya dağılacak ve büyük toprak sahipliğinde azalmalar görülecektir.
DP'nin kuruluşunun temeli sayılabilecek Dörtlü Takrir, Uran'a göre taktik bir içerik taşıyordu: “Önerge sahipleri, mensup oldukları partide ileri sürdükleri yenileşmeyi istemekten ziyade, aslında CHP'den ayrılmayı kararlaştırmışlardı ve önergedeki istekleri de bahaneydi” (Takrir'in metni için bkz. s. 359-61). Parti kurulduğunda ise serbest seçimi, dinin siyasete alet edilmeyeceğini, özel girişime yönelik düzenlemeler getirileceğini garanti ediyordu. Aynı dönemde hükümet belediye, il özel idaresi, mebus seçimi ve cemiyet kanunlarında değişikliğe giderek demokratik bir hava estirmeye çalıştı. Tek dereceli seçim ve “gizli oy-açık sayım” usulüne geçilerek Batı demokrasilerine “yolunuzdan gidiyoruz” mesajı verildi. Uran, tüm bu adımlarda parti içi muhalefetin takrir belgesini yayınlamasının ve devamındaki halk cereyanlarının payı olmadığı düşüncesinde. Ona göre, CHP'nin bu değişiklikleri istemesi demokratikleşme adımlarına zemin hazırladı, herhangi bir iç veya dış faktörün demokrasiye geçişte etkisi olmadı (s. 364). Gerçekleşen ilk seçimler de bu demokrasi hedefiyle orantılı olarak “hukuka uygun” gerçekleştirildi. Uran, “hileli seçim” olarak siyasi tarihe geçen '46 seçimlerinin öncesi ve sonrasını masaya yatırırken, hükümetin iyi niyetini referans alıyor. Kanundaki boşlukların, hükümetin seçimi erken tarihe alarak muhalefeti hazırlıksız yakalamasının, seçim sırasındaki eksik oy sayım iddialarının onun için pek değeri yok. DP'nin kopardığı yaygaranın hükümet tarafından sükûnetle karşılanmasını daha çok vitrine taşıyor. Yeni meclisteki DP mebuslarının seçime dair itirazlarını da söz alarak savuşturduğunu belirtiyor: “DP'nin, rejimi ve inkılaplarımızın esas ilkelerini bir tarafa bırakarak, seçimleri ne pahasına olursa olsun kazanmak hırsıyla ne kadar çirkin metotlarla çalıştığını ve iddialarında da ne kadar haksız olduğunu (meclisteki konuşmamda) etraflıca tasvir ettim.” (s. 367) Uran için hedef, çok partili demokraside bir serbest seçim ortamının oluşturulması ve bunun sürekli hale gelmesi. Bu nedenle, olaya rejim ve inkılap meselesi penceresinden bakıyor. Olay, bir tür “mevzuat demokrasisi”, biçimsellik ön planda ve işi bilen kurucu partiyle onun hükümetinin üstesinden gelerek inşa edebileceği bir “seçim” ortamı... Devletin “karar verdiği” çok partili demokrasi deneyimine geçilecek ve muhalefet de buna bir rejim sorunu çerçevesinde yaklaşacak.

Kaynakça

Atay, Falih Rıfkı , Çankaya, Pozitif Y., Ankara, 2004.
Bayar, Celal, Şark Raporu, Kaynak Y., İstanbul, 2006.
Çavdar, Tevfik, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi: 1839-1950, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 4. Baskı, 2008.
İmga, Orçun, Tek Partili Dönemde Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dipnot Y., Ankara, 2006.
İpekçi, Abdi, İnönü Atatürk'ü Anlatıyor, Dünya Kitap, İstanbul, 2004.
Karabekir, Kâzım, Ankara'da Savaş Rüzgârları: 2. Cihan Harbi CHP Grup Tartışmaları, Emre Y.,Ankara,1995.
Karaömerlioğlu, Asım, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Y., İstanbul, 2006.
Keyder, Çağlar ve Pamuk, Şevket, “1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Üzerine Tezler”, Yapıt, S. 8, Aralık-Ocak 1985, s. 52-63.
Koçak, Cemil, “CHP-Devlet Kaynaşması Üzerine Belgeler (1936)”, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, içinde, İletişim Y., İstanbul, 2009.
Öztürk, Saygı, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, İstanbul, 2007.
Şenyapılı, Tansı (der.), 'Cumhuriyet'in 'Ankarası', ODTÜ Y., Ankara, 2005.
Şimşir, N. Bilâl, Ankara... Ankara..., Bilgi Y., Ankara, 2. Baskı, 2006.
Toplumsal Tarih, Temmuz 2009, S. 187 (“Başkenti Tasarlamak” Sayısı).
Uluğ, Naşit Hakkı,Tunceli Medeniyete Açılıyor, Kaynak Y., İstanbul, 2007.
Uran, Hilmi, Hâtıralarım, Ankara, 1959; Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.
Yeşilyurt, Süleyman, Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Y., Ankara, 2000.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder