Ara

Orhan Pamuk'tan 'parçalar'



Bundan iki yıl önce yine ağustos ayında İletişim’den haber geldi. Orhan Pamuk’la yeni romanını konuşabilecektik. Bu, tatil sırasında yaptığım okuma planının zevkli bir şekilde değişmesi anlamına geliyordu. O zaman kitap henüz yayınlanmamış, hatta basılmamış olduğu için elimde A4 sayfalarından oluşan tuğla gibi bir fotokopiyle geçirdim günleri. Dışarıda bir yerde okuduğumda, ne okuduğumu gören olmasın diye ilk sayfanın üzerine bir boş kağıtla kamuflaj yapıyordum.
Bu kez röportajdan beş-altı gün önce ana karadan uzakta olduğum için bilgisayardan başladığım hızlı okuma seansını, bulunduğum adada postayla iletişime katkıda bulunan bir esnaf aracılığıyla kitabın bizzat kendisiyle sürdürdüm. Bu kez kitabı, ilkokuldan bu yana ilk kez yaptığım bir işi yaparak, güzelce kaplayarak sakladım. Sonra fark ettim. Bu iş için eski bir dergiden kopardığım sayfalarından biri Stockholm’ü tanıtıyordu. Nobelli yazarımıza uygun bir kitap kabı oldu.
Herkes biliyordur artık, kitabın adı ‘Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat’... Yazarın çoğu zaman romanına aktardığı gözlemleri, tecrübeleri, ilişki biçimleri hayatından, ailesinden, yakın çevresinden, bunları oturttuğu fikir, zemin ve çerçeve de sokaklardan, İstanbul’dan, tarihten, sanattan besleniyor. Ama romanlara giremeyen ya da tam tersi, onları bizlere hissettirmeden şekillendiren, yazarda iz bırakan ilişkiler, hatıralar ve eserler de var. Onların bir kısmını ‘Öteki Renkler’ ve ‘İstanbul’da okuduk. Daha fazlası ise bu kitapta.
“Her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar” cümlesiyle biten, Nobel Ödülü konuşmasında da karşımıza çıkan babasıyla ilgili yazı bunlardan biri mesela. Romanlarından ‘Benim Adım Kırmızı’daki fikri, Bellini’nin küçük ama önemi büyük bir tasvirini anlattığı yazıda hissediyoruz. Genç bir Osmanlı nakkaş ya da hattatının çalışma halini gördüğümüz bu 15. yüzyıl resminin yazara ne ifade ettiği, bu kitapta, ‘Manzara’dan Parçalar’da.

Okuyunca, romanın anlattıklarını da bir kez daha düşünüyoruz. Hatta adı olmayan o nakkaş/hattat da ‘Benim Adım Kırmızı’nın bir karakterine dönüşebiliyor zihnimizde. Ya da yazarın (ve de okurun) yakalamaya çalıştığı ‘mana’ya dair dertleri, onlar da bu kitapta. Ağacın salt gövdesini değil de, manasını görmeye çalışmak ne kadar çok şey anlatıyor. Kitabın ‘Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri’ bölümü de manalı bu arada. Yakın tarihimizi ve bugünü iyi hatırlatıyor.
Bu kitap okurda bir eksiklik, bununla beraber bir açlık hissi de yaratıyor bazen. Bunun nedeni, okurun kendisini özdeşleştirdiği yazarın dünyasının ne kadar geniş ve katmanlı olduğunu görmesi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı nasıl anlamalıyız? Hepimiz Dostoyevski okumuş olabiliriz, ama Dostoyevski’yi nasıl anlıyoruz? Nabokov neden büyük bir yazar? Çok genç yaşlarda Faulkner’ı okumuş olsaydık, bizim de hayatımız değişir miydi? Edebiyat âleminin biraz daha derinlerine gidebilseydik bugün kim olurduk? Büyük yazarları daha çok okumuş olsaydık... Onları ve anlattıklarını böyle, Pamuk’un bize anlattığı gibi anlayabilecek miydik? Okur Orhan Pamuk’un öğrencisi oluyor, manzaranın bu parçalarını yazarın incelikli rehberliğinde geziyor. ‘Edebiyat-Kitaplar’ bölümünü ya da yazarın, Flaubert’in -sansürlendiği için birçoğumuzun bilmediği- İstanbul ve Türkler’e ilişkin can acıtan tespitlerinden söz ettiği bölümleri okurken insanın içini daha çok okuma, sözü edilen eserlere tekrar dönüp farklı bir gözle bakma isteği kaplıyor.
Kitapta yer alan yazılardan birkaçı İletişim’den çıkan kitaplarda önsöz olarak yer aldı, bazıları yayınlanan konuşma metinleri ya da yabancı gazete/dergilerde, mesela önemli edebiyat dergisi Paris Review’da yayınlamış ve bunların bu şekilde bir araya gelmesiyle ortaya güçlü bir ‘mana’ çıkıyor.

İlk kez yayınlananlara gelince... Bilgisayarda yapılan neşeli karalamalar ya da gençlik yıllarında yapılmış, Paşabahçe vapurunun dumanının yuvarlana yuvarlana yükseldiğini gördüğümüz bir resim. İlk kez yayınlananlar arasında ‘Kara Kitap’, ‘Kar’ ve ‘Benim Adım Kırmızı’ için yazılmış, ama romanlara girmemiş parçalar, yazarın el yazısı notları önemli. Mesela ‘Benim Adım Kırmızı’da Şeküre’nin çocuklarıyla beraber oturduğu evin planını bile düşünmüş yazar. O plan gerçekten de bir 16. yüzyıl İstanbul evi planı ve doğru bir senaryo yazılması açısından önemli. O senaryonun oluşabilmesi için günlük hayatın hayalini yazarın Osmanlı narh defterlerini tarayarak da oluşturduğunu görüyoruz.

‘Masumiyet Müzesi’ için yapılan müze ziyaretlerinde tutulan notlar, müze için Orhan Pamuk’un bizzat yaptığı çizimler de bunlara eklenince, yazarın nasıl bir emekle bilgi topladığını, gözlem yaptığını, biriktirdiğini ve sonra nasıl bir sabırla o birikimi romana dönüştürdüğünü anlıyoruz. Buna yazarın anlatım becerisi de eklenince, hayranlık uyandıran, dünyanın bambaşka noktalarında, kültürlerinde okunan o eserler ortaya çıkıyor.
Yazar, Nabokov için diyor ki: “Hepimizin bildiği şeyleri şaşırtıcı, hayranlık uyandırıcı, göz yaşartıcı bir kesinlik ve doğrulukla, tam da gerekli yere, bizim aklımıza hiç gelmeyecek şekilde yerleştiriyor.” Aynı şeyi, belki bunlara ‘bilmediklerimizi’ ekleyerek, Orhan Pamuk için de söyleyemez miyiz?
Banu Güven, Radikal, 28 Ağustos.

kaybedenler kulübü...

Bizim, diğer mesleklerin mensuplarından bir farkımız da budur: Haberleri, düşünceleri olduğu gibi, gün olur en mahrem duygularımızı da sizlerle paylaşabiliriz. Nasıl destek geldiğini tasavvur edemezsiniz. Ve neylesine makbule geçtiğini...

Hasan Pulur-severlerin, paylaşma, sahiplenme yoluyla ve onun acısını biraz hafifletebilme ümidiyle nasıl çırpındıklarının farkında mısınız? Yazılanları ben de okuyorum. Yalnız yaşıtlarımız değil, genç gazeteciler de ağabeylerini teselli gayretindeler.
Ben son zamanlarda korka korka Hasan’a:

– Korkut nasıl, diye sorabiliyordum. Ondan öte ne diyeceğimi bilemeden.
Yol boyu pek çok sevdiğini, yakınını kaybeden insanın (yaşlanmanın bilin ki bir anlamı da budur) ölümle de bir ünsiyet peyda edebildiğini sanmayın sakın! Tamam «İnsanlar için 1 numaralı gerçek ölümdür» diyen var. Nedir ki, kabul edilebilir bir gerçek olmadığı da bir diğer gerçektir bazı ölümlerin.

*

Çok sevgili kaybettim, çok laf ettim. Hâlâ da ederim.
Öğrendiklerim var.
Ben ki, sınıfta arkadaşlarıma uyup gülmemek, kürsüdeki hocayı sinirlendirenlerden biri olmamak için «babam ölmüş» diye düşünür, o ruh halini yaşayıp kendimi frenleyebileceğimi zannederdim. Beceremezdim, ama tekrarlamaktan da vezgeçmezdim.
Babamın, ölen arkadaşlarının cenazelerine yalnız gitmesini istemez, bir faydam dokunurmuş gibi her seferinde birlikte giderdim. Kaybedilenler çoğu zaman, amca dediklerimden biri olurdu. Ağladığım ilk cenaze törenleriydi. Sıra babama da gelecek, diye ağladığımı sonradan akıl ettim. (Ben çok yakınlarımdan birini 1951’de kaybettim. 22 yaşındaydım. Çocukluğumdan kalma ölüm acısı yok hafızamda.)

*

Bu alanda bile gelişiyor insan. Yol boyu o kadar çok sevgili kaybediyorsunuz ki...
Ben de zamanla öğrendim, aile büyüklerinin bir bir kaybedileceğini. Beynimizin ketum köşelerinden biri pekâlâ bildiği halde bu konuda bizi bilgilendirmemeye özen gösteriyor. Bunu idrak etmek için yaşıtlarınızı, daha fenası sizden küçük sevdiklerinizi kaybetmeniz gerekiyor.
Yeğenlerimi kaybettim ben. Biri evimizde bildiğim, sevdiğim ilk küçük çocuktu: Yeğenim Özgül. Diğeri terörün çocuklara da musallat olduğu dönemin kurbanı oldu. Kızım Zeynep’in arkadaşı olan bir diğer kızım Figen Soysal’ı kaybettim. Onların acısı da bir başkadır.
Sırada yaşıtlarınız, arkadaşlarınız da oluyor. İnanması güç, ama çâresiz. Böğrünüze yediğiniz dirsek darbesi gibi, değişik bir acıdır onlarınki de...
Ben Lülüş’ü kaybettiğim zaman saydım. O, kaybettiğim 47’nci sevgiliydi. Yol arkadaşından olmanın ne anlama geldiğini Hasan’da bilir. Bu son darbe ona, hissediyorum ki, bir öncekiyle birlikte çullandı. Acını tasavvur etmekten duyduğum acıyı Hasan, sana nasıl anlatabilirim ki?
Hasan’ın yanında, acısını en içten paylaşacağı insan da yok, diyorum. Belki de Allah onu bu acıdan olsun sakındı, diye düşünüyorsun. Sanırım haklısın.

*

Beni şimdi, sağlığıma zarar verecek rüyalardan sakınan -evladım yerinde- bir hekimim var. Rüya görmenin, doğru dürüst uyuyamamak anlamına geldiğini de ondan öğrendim.
Çok haklı. Rüyasız uyku sahiden daha dinlendirici oluyor olmasına da, artık yalnız rüyada görebildiklerini orada olsun görmekten, konuşmaktan mahrum da kalıyorsun bu arada. Sabah gözlerini açmadan bildik seslenmelerle açığı kapatmaya çalışman nafile. Cevap veren olmuyor.
Hasan cânım, Zeynep bana «Sen ömür boyu annemi kaybetmekten korktun» diyor. Ben öyle hatırlamıyorum. Hatırladığım başka bir şey var. Çocuklar kullanmayı öğrenip de, arabayla yalnız bir yerlere gittiğinde, kulağım hep telefon sesinde oluyordu. Lülüş’e bile söyleyemesem de, bir kaza haberi gelir mi, korkusuydu bu.
Diyeceğim, biz galiba hep sevdiklerimizi kaybetme korkusuyla yaşıyoruz Hasan. Beynimiz, anamızın, babamızın ölümü haberini aldığı an, öyle gelir ki bana, münasip bir dille «Arkadaş bu hiç beklenmedik bir haber de değil» diyor bize. Mübalağa etme, çevrendekileri daha fazla üzme, onlara destek olacak konumdasın sen!
Onun bu telaşı bile, bizi önlenemez âkıbetlere hazırlamaktan âciz kaldığının bir belirtisi ve itirafı değil mi?

*

Hasan!
Söylemeye dilim varmıyor amma, sen benim evladını kaybeden ilk arkadaşımsın.
Birlikte kime şekva edeceğimizi bilemiyorum. Ben de sevdiklerimi kaybettim, bu acının ne olduğunu bilirim, elbette diyemiyorum.
İsyanım, kendi de bilir ya, bizi yaradana. İçimden çok geçti, yüksek sesle haykıramadım. Birçok kaybımız oldu, yaşça kaybedenlerin en büyüğü bendim, ses çıkaramadım.
Gel, birlikte haykıralım diyeceğim isyanımı söyleyeyim sana:

– Yarabbi! Vakitli vakitsiz, sıralı sırasız geri alacağın insanları niye bize bu kadar sevdiriyorsun? Yeri doldurulmaz kıldıktan sonra, onları niye elimizden alıyorsun? Ben sana isyan etmeyeyim de şikâyetimi kime haykırayım?
Ben yıllar yılı hayvanlarla da hemhal oldum. Canlılar arası ilişkilerin o düzeni hakkında da fikrim var.
– İnsanlara bahşettiğin nimetlere karşılık, o boyutta acı çektirmek de ilahî adaletin bir icabı mıdır?
– Sevgi ve saadetin bedeli, ızdırap ve gıyap mıdır?

*

Unutmayalım ki sana kalanlar da var, Hasan. Bana kalanlar da olduğu gibi. Başlı başına bize emanet edilmiş sevgililer. Unutma, gidenler nezdinde biz de onlara emanetiz.
Ben, dünyevi meselelerle bütün ilişkimi kesmeyi denedim. Sevdiklerime tavsiye edebilirim.

Hakkı Devrim, Radikal, 29 Ağustos

Evlat acısı




Bazı deyimler vardır, dilimizden düşürmeyiz, acaba gerçek anlamını bilerek mi kullanırız?
Mesela “Evlat acısı ya da evlat acısı gibi...” deriz.
Başımıza gelen olumsuz olayı, bu deyimlerle anlatırız...
“Evlat acısı gibi çöktü içimize” deriz.
“Evlat acısı gibi sarsıldık” deriz.
Ama hiç kimse, o acıyı yaşamadan -Allah da yaşatmasın- bu deyimin anlamını anlayamaz.
Biz yaşadık ve anladık...
* * *
Melih Aşık, bir sözümüzü köşesine almıştı:
“Elime doğan çocuğu, elimle toprağa veriyorum!”
Evet, ilk gün başsağlığı dileyenlere böyle demiştik:
“Elimize doğan çocuğu, elimizle toprağa veriyoruz!”
Verdik!
* * *
Yahya Kemal, “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” der...
O “asude bahar” ülkesinde yaşayanlar “asude-dil”dirler, gönlü rahat, başı dinç...
Korkut artık o ülkenin insanıdır...
* * *
Behçet Necatigil der ki:
“Bıkmışım ölümlerden
Ölmeyin benden önce.”
Evet ama, siz bıkacağınız kadar bıkın, ölüm sıra dinlemiyor, sıraya hiç bakmıyor, Korkut da sıra bozanlardan, biz dururken...
* * *
Önce babamız, sonra anamız, sonra elli yıllık eşimiz ve sonunda da elli üç yıllık oğlumuz...
Fethi Naci isyan eder:
“Acıyı yaşadım ben, yalnızlığı ve sevgisizliği...
Bir ölüm kaldı, o da umurumda değil, ölüm yaşanmıyor ki!”
Ama evlat acısı yaşanıyor, kurşun gibi delip geçmiyor, yüreğinizde yerleşik, tek çare ölüm...
* * *
Cemal Süreya “Üstü kalsın” şiirinde “Her ölüm erken ölümdür” der, hele ölen evladınızsa, sırayı bozup, babasının önüne geçmişse:
“Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür.
Biliyorum tanrım
Ama, ayrıca aldığın şu hayat
Fena değildir.
Üstü kalsın.”
* * *
Evlat acısı yaşarken, insan mutlu olur mu?
Evet dostların, yakınların, adını ilk defa duyduğunuz okurların, meslektaşların başsağlığı dilekleri, insanı mutlu etmez mi? Üstelik “kendine dikkat et, bize lazımsın!” uyarıları...
* * *
Dilimize takılmış bir laf var:
“Acıyı veren, sabrı da verir.”
Madem öyle, bekliyoruz.

Hasan Pulur, 25 Ağustos

Foto: Nuri Bilge Ceylan (avuç: babası, avuçiçi foto: babasının gençliği)


http://www.nuribilgeceylan.com/photography/formyfather2.php?sid=2

Utanmayı becerebilmek

Hrant’ın tetikçisinin, Samsun Emniyeti’nde bir polis ve bir astsubay arasında verdiği pozu unutmaya çalışırken, Dışişleri Bakanlığı o resmi aldı burnumuza soktu.
Söylenebilecek en açık, en anlaşılabilir söz budur!
Samsun Emniyet Müdürlüğü’nde 21 Ocak 2007 gece yarısı çekilen o resim,
bir istisna, devlet gücünü kullananların pek sevdiği deyimle söyleyecek olursam, ‘münferit’ bir hadise değildi. Kolluk kuvveti içinde bir katille övünebilecek kadar kokuşmuş personelin ‘iki’ sayısından ibaret olmadığını, yargılama sürecinin bizzat kendisi gösterdi.
Türkiye bu yargılama süreci boyunca, tıpkı kovboy filmlerindeki küçük Amerikan kasabasına döndü. Cinayeti planlayanı konuya meraklı herkes biliyor. Kasabanın şerifi, tetikçiyle akşam barda herkesin gözü önünde iki tek atıyor. Herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor.
Bakanlığın hükümet adına AİHM’e verdiği savunma, “hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam eden” sıradanlıktan çok daha yaralayıcıdır.
Hafta içinde basında fazlasıyla yer buldu ama çok hızlı bir özet yapmalıyım. Bakanlık savunmasında ne dedi?
Bir; Hrant Dink, Türklüğü aşağılamaktan mahkûm oldu. Dink, yazısında nefret
söylemi kullanmıştır. İki; AİHM daha önce nasyonal sosyalizmi öven, yani
Hrant Dink’le aynı söylemi kullanan bir Nazi liderine verilen cezayı yerinde
bulmuştur. Üç; bu mahkûmiyetten eşi ve çocukları zarar görmemiştir. Dolayısıyla dava açmakta menfaatleri yoktur.
Türkiye’nin avukatlarının kaleme aldığı bir hukuki metinden söz ediyoruz. Hukuk öğrenimi görmemiş insanların bile zekâsıyla alay etmek cüretini gösterebilenlerin kaleme aldığı bu metinde, bu kadar fütursuz olabilmek nasıl mümkündür?
Cevabı için yine yazının başına dönelim: Hrant Dink cinayeti, Samsun
Emniyet Müdürlüğü’ndeki iki personel ile Dışişleri’nin ‘dünya görmüş’, ‘mürekkep yalamış’ personelini, işte böyle aynı
parantez içine alır.
Davutoğlu’nun beyanları ve Bakanlığın ardından gelen resmi açıklaması, artık olsa olsa bir zaytung.com haberidir.
Türkiye Hrant Dink’i öldürdü. Bu ülkenin yurttaşı olan herkes için bu bir utançtır. Adam akıllı utanmasını bile beceremiyoruz.
Nasıl bir ülkeyiz biz? Biz nasıl insanlarız?
Samsun’da 21 Ocak 2007 gece yarısı çekilen o resim, bir luna park eğlencesi
olmuş. Bir resim değil o artık, bir pano. Ortada tetikçi, solunda polis, sağında astsubay üniforması. İki üniformanın başı yok. Panonun arkasına geçip o boşluğa kafamızı koyarak hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Ne eğlence ama!
Bir western filminde, tetikçiyle aynı barda demlenen Şerif’in arsızlığı kanımızı dondururken; haysiyet, hak, adalet gibi kavramlardan geçtim; bir yalanı başka bir yalanla temizlemeye çalışmaktan yorulmadık mı? Bir yalanı öbür yalanla sildiğimizi sanıyoruz. Daha fazla kirleniyoruz.
Türkiye Hrant Dink’i öldürdü. Bundan utanacağımıza, gittikçe arsızlaşıyoruz.
Bir halkı veya bir ulusu aşağılamaktan mahkûm olmuş birinin çocukları veya eşi olmak bize, anlaşılan çok basit bir şeymiş gibi geliyor: “Zarar görmemişler” deyip geçebiliyoruz. Hele o eş ve baba, bu mahkûmiyetin haksızlığına bir ömür adamışken...
Bu ‘hukuk şaheseri’ metni kaleme alanlar veya bu savunmanın kurumsal sorumluluğunu hissetmesi gerekenler için, eşleri ve babalarının bir halkı tahkir
etmesi, bu kadar zararsız, demek ki.
Hayatını Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi veya Bulgar, Arap, Fars düşmanlığı
üzerine kurmuş bir babanın evladı olsam ne yapardım acaba? “İnsan arkadaşını seçer ama babasını seçemez” deyip kendimi rahatlatır mıydım? Babasına saygıda kusur etmemeye çalışır, yine de bana yapışan bu yarayla çok bocalardım herhalde.
Ama geleceğini kardeşlik üzerine kurduğunu, buna rağmen Elenleri aşağılamaktan haksız yere mahkûm olduğunu bildiğim, üstelik bu ağır haksızlığın ardından kısa bir süre sonra öldürülen Gümülcineli bir Türk babanın evladı olsam, bu acıyla nasıl yaşardım?
Bir yarayı kapatmak veya bir acıyı dindirmek...
Bunlar düş işleridir, dış işleri değil.
Dışişleri, bu ülkenin bir karış toprağında sadece altında yatmak için gözü olan bir kardeşimizi “nefret suçlusu” ilan ederek, luna parktaki o panonun arkasına geçip hatıra fotoğrafı çektirdi.
‘Grado’su budur!
O nedenle de vicdanımızın persona non gratası’dır.
Buna sessiz kalan, bunun sorumluluğunu üstlenip gereğini yapmayan kim varsa, vicdanımız onlara aynı muameleyi yapacaktır.
Adam akıllı utanmayı becerip becerememek? Bizim zamanımız var, bekleyip göreceğiz.

Erkan Goloğlu, Radikal, 21 Ağustos

Siestaya övgü






Siestanın tadını keşfettim bu yaz... Zalim bir sıcaktan kaçmak için sığındığım ve çoğu zaman gündoğumuna dek uzattığım gecelerde heyecanla yazdığım bir kitabın başında sabahlamak, bana çocukluktan beri unuttuğum bir dostu, öğle uykusunu getirdi yeniden...
Akdenizli damarım kabardı.
Yaz boyu istisnasız her gün “kestirdim” ve tatlı gündüz kaçamaklarının mükemmel bir tercümeyle Türkçeye “şekerleme” diye çevrilişine hak verdim.
* * *
Fasılasız işleyen bir üretim bandında yaşıyoruz.
Sadece beslenmemiz için ara veren, bazen bize onu bile çok gören, atıştırırken çalışmaya mecbur eden bir çark...
Yelkovanların akrepleri kırbaçlayarak döndürdüğü bir zaman öğütme makinesi...
Ritmi bozan molaların, iş ahlakına aykırı sayıldığı bir mesai hücresi...
Siesta, bu gayri insanÓ üretim bandına sessiz bir isyandır.
Göz kepenklerini indirerek girişilen bir iş bırakma eylemi...
Çarkların arasına sıkıştırılmış bir yastık...
Esiri olduğumuz zamanı esir alma mücadelesi...
Öğle yemeğinden sonra sessizce, usul usul bastırır; sanki içine çeker sizi; kirpiklerinize asılır.
Öyle tatlıdır ki, direnmez ve atılırsınız davetkâr kollarına...
Şanslıysanız bir arka odada ya da kanepede; olmadı masanızda kavuşmuş kollarınızın üstünde; hiç olmadı kaykıldığınız bir koltukta yanağa dayanmış bir avucun müşfik yastığında...
Zamanı durdurur ve saniyeler içinde kendinizi düşler ülkesinde bulursunuz. Orada rengârenk bir macera yaşar, işe dönersiniz.
* * *
Sadece sağlıklı değil, aynı zamanda kârlı bir yatırımdır siesta...
Gün ortasındaki bu gece parantezi, kısacık olsa da, bittiğinde taze ve zinde bir yeniden başlangıcı garantiler.
Yeni uyanmış bir çocuk huzuru bahşeder.
Öğleden sonrayı yeni bir güne çevirir.
Onunla da kalmaz, gece uykusunu kısaltır; gündüzden kopardığı bir saati, gece ziyadesiyle geri öder, beşe çıkartır.
Yani yaşanan zamandan çalmaz; onu uzatır.
Zaten bir yemek sonrası mahmurluğuyla verimli olma şansı azdır; öğle vakti bir şey kaçırma ihtimali zayıf...
Oysa kısa bir siestanın kazandırdığı uzun gece, hem bereketli hem de bin bir ihtimale gebedir.
* * *
Thierry Paquot, Can Yayınları’ndan yeni çıkan “Bir Sanattır Öğle Uykusu” kitabında siestayı “hazla, ciddiyetle savunulması ve yaygınlaştırılması gereken bir yaşama sanatı” diye tanımlıyor.
Bize dayatılan “totaliter saat”e direniş çağrısı yapıyor; gündelik mesainin yarışına sokulan insan için siestanın “bir hak arama mücadelesi”, bir “kültürel zenginlik” olduğunu söylüyor.
İsmet İnönü’den Vehbi Koç’a kadar pek çok uzun ömürlünün hayat reçetelerinden biridir öğle uykusu...
Uykusuzluk ise bugünlerde bazı siyasetçilerde sıkça gördüğümüz asabiyetin ardındaki nedenlerden biridir muhtemelen...
Öğleyin devlet işlerinin arasına, gölgenin huzurlu kuytusuna sıkışmış yarım saatlik bir siesta, hem onların öfkesini hem ülkede yol açtıkları gerginliği dindirebilir.
Bu ise, o yarım saatte yapacakları her işten daha kıymetlidir.


Can Dündar, Milliyet, 22 Ağustos 2010

Kıskanmak: çirkinliğin zarafeti...



Onun pek az fotografı kalmış günümüze. Kitaplarının eski basımlarının arkasında puslu bir tanesinden bakıyor bize. Görünmekten memnun değilmiş gibi. Bir de çizilerek munisleştirilmiş sureti var. Ansiklopedi maddelerinin yanında bulunmak için. Onun bir tevatür olmadığını, yaşamış ve yazmış olduğunu, İstanbul şehrinin sokaklarında bir başına dolanan tuhaf bir adam olarak kayda düştüğünü kanıtlamak için.

Nahid Sırrı Örik, ısrarla ve iştahla unutulmuş bir yazar olarak, muamma makamında her zaman kitaplığımın bir köşesinde sızlayıp durmuştur.
Nahid Sırrı’nın hayatı boyunca ciddi bir kabul görme sorunu yaşadığını biliyoruz artık. Gönderdiği yazılar dergi yazıhanelerinde kaybedilmiş, kitapları bekletilmiş, yayımlandıklarında görmezden gelinmiş.

Onun yazdıkları kadar yaşadığı yalnızlık da ilgimi çekiyor elbet.
Aynı sokakları, aynı masaları, aynı edebiyat dünyasını paylaştıklarının ona takmış olduğu isimleri sıralasak müthiş bir sürgün defteri çıkar karşımıza.
Kız tabiatlı. Ecnebi meşrepli. Mühtedi. Asabi. Uyumsuz.
Kendine uygun bulunmuş bu lakaplardan Nahid Sırrı Örik’in ürkütücü bir yabancı olduğunu anlıyoruz.

Cinsel yöneliminin, 1894 doğumlu bir İstanbullu olarak onu nasıl cendereye sokmuş olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil. Hüseyin Rahmi gibi korunaklı bir hayatı olmadığı anlaşılıyor. En nezih çevrelerin ‘kız tabiatlı’ diye burun büktükleri Nahid Sırrı’ya yılmadan eziyet ettiklerini parça parça anlatılardan çıkarabiliyoruz.‘Çirkinliğinin’ dillere destan olduğunu da.
Bunun yanı sıra, ucundan berisinden sıyrık bir beyzadelik de o günlerin Nahid Sırrı karikatüründe yerini alıyor. Ecnebi meşrepli. Babası, Maarif Nezareti mektupçularından, Mabeyn Mütercimi, Hukuk Fakültesi hocası. İlk öğrenimini özel öğretmenlerden alıyor. Sonra Galatasaray lisesi. Sonra babasının ısrarıyla bir süreliğine Berlin elçiliğinde memurluk. Sonra 1915’den 1928’e kadar başta Paris olmak üzere, o sırada bin bir devrimle çalkalanan Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinde sürdürülen bir hayat.

Mühtediliğin, bir tür güvenilmezlik, bir fesat kattığı belli, karikatürümüze.
İlk hikayesi 1927 yılında Paris’te yayımlanan, Fransızca yazmış olduğu ‘Zeynep, La Courtisanne.’ O yıllarda Türkiye’de dergilerde öykülerine rastlanıyor.
İlk romanı ‘Kıskanmak’, bir kitap olarak 1946 yılında basıldığında som bir sessizlikle karşılanıyor.

Kıskanmak, edebiyatımızın kanımca en benzersiz yapıtlarından biri.
“Çirkinlerin sevilmemeye ve güzeller için daima feda edilmeye mahkûm bulunduklarını Seniha pek küçük yaşından itibaren bilmiş, anlamıştı.” Seniha, kanımca Türkçe edebiyatın yaratmış olduğu en güçlü, en unutulmaz karakterlerden biri. ‘Kıskanmak’ romanını da biricik kılan, Seniha’nın yanında durarak anlatılan kötülük hikayesinin cüretkârlığı. Kötülüğün edebiyatımızda yeterince işlenememiş bir insanlık hali olduğunu düşündüğümüzde Nahid Sırrı’nın kimi karakterlerini yaratış yordamını devrimci bulmak mümkün.

‘Kıskanmak’, güzelliğin sıradan faşizmi üstüne bir haykırıştır. Ya da çirkinliğin intikamı. Ama yanılmıyorsam, beni en çok sarsan, Nahid Sırrı’nın Türk romanında, hele o zamanlar asla denenmemiş bir durumu yansıtmadaki başarısıdır. O, bir sürüklenme halini anlatır. Bir kimsesizliği. Bir tutunamamışlığı. Seniha, sürüklenmeye; o hayatın akışında bir özne olamayanın neredeyse yarı düşsel varoluşuna bir son verebilmek için kötülüğe sarılır.
Cinsellik, gerçek hacmini dönem romanlarından bir tek onun yazısında kazanır.
Belki lanetlenmiş olmasının bir nedeni, kadın cinselliği konusundaki fütursuz derinleşme merakıdır.

Onu, Bahriye Çeri’nin tanımlamasıyla bir Cihan Kaynanası kılan merak, dünyanın bütün girdi çıktısını ille de anlamaya yönelik olduğu kadar kadın karakterlerini sandık diplerine kadar deşme dürtüsü, kanımca. Seniha gibi ‘Sultan Hamid Düşerken’in Nimet’i de bu yüzden okuyanın kitaplığında durmadan soluk alır. ‘Eski Zaman kadınları Arasında’, Sabure hanımla, Hasibe Saliha hanımla büyümüş, onları tarihe kaydetmiş olan Nahid Sırrı’nın kadınlarının, özne olabilmek için kendilerine hile desiseden başka hiçbir şey bırakılmamış dünyadaki serüvenleri çağa da ayna tutar.

Bu ne Osmanlı kalabilmiş, ne Alafranga olabilmiş, ne Cumhuriyet tarafından sevilmiş ne edebiyat çevresinde okşanmış yazar, kendi arafta kalmışlığından benzersiz bir edebiyat yolculuğu çıkarmış.
Türk edebiyatının vefakâr arkeologu Selim İleri olmasaydı, sözgelimi ben Nahid Sırrı Örik’i tanıyamayacaktım. İleri, kanımca başyapıtı olan ‘Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver’ romanında da onun izini sürüyor, onun hayatını zengin bir cehennemle tasvir ediyordu. (Cemil Şevket adı, ‘Kıskanmak’da birkaç kez, Seniha’nın ilk gençliğinde ‘kendini teslim ettiği’, sonra evlendirilmediği delikanlının adı olarak geçer) Ben de hep Selim İleri’nin olağanüstü incelikle çizmiş olduğu resme bakıyorum, Nahid Sırrı’yı düşündükçe. Onu, dolapta kalıp kendilerini yalnız ve unutulmuş hissetmesinler diye ikide bir bütün elbiselerini giyip dışarı çıkan adam olarak hatırlıyorum. Ölümün, takma kirpikli bir deniz subayı olarak bulduğu ihtiyar haliyle.

Yıldırım Türker, Radikal, 21 Ağustos.

çoğullama

Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba?
Evet, çok değil konuşurken düzeltiyoruz
Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
Ama biliyorsunuz ki gene de
Hepimiz, işte hepimiz
Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

Gözler mi? Tavana dikili, hayır, pencereye
Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları
Mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de
Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
Orman, dağ, kısacası evrenle.

Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
Biz bu tavana bilmeden eski rengine boyuyoruz
Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba?
Evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
Kim bilir, belki de biz
Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.

Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
Asılıp kalmışız sokak fenerlerine
Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
Görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle
Doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
Cansız
Ve gidip geliyoruz dikkatle.

Biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
Boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
Bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor - acaba?
Evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
Biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
Ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
Ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.

Edip Cansever

Heil Hrant..!




Utanç Duyuyoruz!

Bizler, 19 Ocak 2007'de karanlık bir cinayetle aramızdan alınan arkadaşımız, dostumuz, hakikat anlatıcımız Hrant Dink'in arkadaşları, bir kez daha vurulduk!

14 Ağustos 2010 Cumartesi günü gazetelerde yayınlanan Dink ailesinin AİHM'de açtığı davada Türkiye'nin verdiği savunma artık adalet beklentimizin kalması için bir neden olmadığını bize bir kez daha kanıtladı, arkadaşımızı kaybetmiş olmanın acısının yanında üç yıldır taşıdığımız utancı bir kez daha artırdı.

2007 Ocak ayından beri gidişatından son derece büyük rahatsızlık duyduğumuz ancak adaletten başka bir muhatabımız olmadığı için takip ettiğimiz mahkeme sürecinde çözümsüzlüğe gidildiğinin, taleplerimizin hiç birinin yerine getirilmediğinin, bu cinayetin üstünün "birkaç çocuğun milliyetçi tepkisi" denerek kapatılmak istendiğinin elbette farkındayız.

Dink cinayetinde dahli açık olan, görevlerini ihmal ettikleri bilinen, Dink'in valiliğe çağrılıp tehdit edilmesine ses çıkarmayan İstanbul eski valisi Muammer Güler, İstanbul eski emniyet müdürü Celalettin Cerrah gibi isimlerin, sorgulanma bir yana, ödüllendirilerek daha üst görevlere getirilmelerindeki mesajın da elbette farkındayız.

Bizler, mahkeme salonlarında ve dışarıda, tehditlerini ve ırkçı tutumlarını sürdüren sanıkların ve sanık avukatlarının, Ya Sev ya Terk Et yazılı cezaevi arabalarının, ağızlarından çıkanı kulakları duymayan tutuklu sanıkların ne yapmak istediklerinin elbette farkındayız.

Ama artık geldiğimiz nokta bizi bile şaşırtır oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin, Dink ailesinin AİHM'de açtığı davaya gönderdiği savunmada yer alan "Dink Türklüğü aşağıladı, nefret söyleminde bulundu. Bu tür yazılar halkı tahrik eder, kamu suçu oluşturur ", "Dink gerçek ve yakın biçimde tehdit edilmiş olsaydı koruma için yerel makamlara başvurur ve koruma isterdi" cümleleri Hrant Dink'i katledilmeye götüren süreçte, bu yolu açanların cümleleri!

Hükümetin, "Türklüğü aşağılamak ve halkı kışkırtmak" suçundan cezalandırılan Dink'e emsal gösterdiği dava Nazi lideri Kuhnen ile Alman hükümetinin davası!

Devletin ve savunmayı gönderen hükümetin, cinayette ihmali olan kamu görevlilerini yargılamak yerine Hrant Dink'i suçlayan, Hrant Dink'e emsal olarak bir Nazi liderini veren ve bundan anlaşılan o ki utanmayan savunmasından bizler utanç duyuyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti'nin AİHM'de verdiği savunma kabul edilemez. Bizler Hrant Dink'in arkadaşları, Dink cinayeti davasının mağdurları, tanıkları, takipçileri ve bu ülkenin yurttaşları olarak AİHM'ye gönderilen savunmanın derhal geri çekilmesini ve bu savunmayı hazırlayanlar ve onaylayanlar hakkında derhal soruşturma başlatılmasını istiyoruz. Hükümetin ve bu savunmada dahli olan bütün devlet kurumlarının açıklama yapmasını ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ve hükümetinin derhal, gecikmeden Dink ailesinden ve bu davanın takipçisi olan herkesten özür dilemesini talep ediyoruz.

Kaynak: Bia.net

referandumda erkan yolaç'ı basacağız



Yüksek Seçim Kurulu, referandum mühürleri konusundaki nihai kararını açıkladı:

"Mühürlerde 'evet' yerine Erkan Yolaç kafası olacak."

Vatandaşlar, sandık heyetinden aldıkları mühürdeki Erkan Yolaç kafasını pusuladaki 'evet' ya da 'hayır' kısmından hangisine isterse ona basacaklar. Pusulaya ters basılan Erkan Yolaç mührü, kullanılan oyu kendiliğinden geçersiz kılacak. YSK Başkanı, hiçbir oyun ziyan olmasını istemediklerini, milli iradenin şaka kaldırmayacağını, seçime 1 aydan az bir zaman kalsa da, vatandaşların evlerinde patates baskı çalışarak bu kritik güne hazırlanmalarını rica etti!

Kurul, açacağı yarışmayla 1 hafta içinde en estetik Erkan Yolaç kafası çizimini belirleyecek. Ardından çıkılacak ihaleyle sandıklarda kullanılmak üzere 400 bin Erkan Yolaç kafalı mühür acilen sipariş edilecek.

Konuşan Demirel ve dinleyen yargıçlar

Süleyman Demirel, Zincirbozan’a gittikten bir süre sonra, Ankara’da konuşulan en önemli konu, ‘Baba’nın nerdeyse solcu olduğu yönündeydi. Herkes birbirine, Demirel’in ‘çok değiştiğini’ söylüyor, kimsenin okumadığı ama nedense varlığından emin olduğu mektuplarından dem vuruyordu. Neler yoktu o mektupların içinde. Askerin işleri yüzüne gözüne bulaştırdığı, hatta bunun hesabını halkın soracağı, darbenin değil parlamentonun tek adres olduğu, falan filan...
Ben bu laflara inanmamıştım desem ne olur, demesem ne olur? ‘Dikkate almak lazım’ gibisinden yol yapanlar, ‘Diktatörlükten çıkışta neden ittifak yapılmasın’ türünden derin analizlere yapışanlar, öyle çok uzağımızda değil, aramızdaydı. Bunlara inanmak, çocukluk muydu, çaresizlik mi?

Sonrası malûm! İki kez darbenin muhatabı olmuş bir Başbakan olarak, Cumhurbaşkanlığı umurunu da gördü. Ama siyaset yaşı neredeyse benimle yaşıt bir aktör olarak, sadece konuştu. Merkez sağın kendisine yakıştırdığı -aslında inkâr da etmeyelim iyi kötü yaptığı- Türkiye’yi imar ve inşa ‘misyonu’nun dışında hiçbir şey yapmadı. Zaten yapmayıp sadece konuştuğu için, Türkiye, yapanların değil, konuşanların Türkiye’si olduğu dönemlerde bu umuru gördü. ‘Konuşan Türkiye’nin bu kadar kendisine yakışmasında bile bir mizah yok mu? Yolların yürümekle aşınmayacağı, ona sağcıların adam öldürdüğünü dedirtemeyeceğimiz, yazın Bulgarların bize elektrik vereceği, kışından da bizim onlardan alacağımız gibi bir Demirel klasiği...
1991 seçimlerinden önce ilk kez telaffuz ettiğinde, kimse Konuşan Türkiye’nin de Demirel’in envanterine girecek komikliklerden biri olacağını bilebilir miydi?

Türkiye o tarihten sonra Susurluk’u yaşadı, 28 Şubat’ı gördü, yine onun ağzından çıkan ‘Kürt realitesi’, gittikçe daha fazla acıtan bir gerçekliğe dönüştü ve Demirel, sadece konuştu.
2010 yılında Türkiye, genetik yapısına en önemli müdahale imkânını yakaladığı bir dönemde, görüyoruz ki Demirel, aynı komikliği tekrar etmekte hiçbir mahzur görmüyor. İnandırıcılığı hususunda hiçbir şüphesi yok.

Askerlerin 12 Eylül gece yarısı teslim aldığı Güniz Sokak’taki evinde kabul ettiği YARSAV heyetine, “Korkulacak olanın konuşan değil, susan Türkiye” olduğunu söylemiş.
İnandırıcılığı hususunda şüphesi yok, dedim. Haksız da sayılmaz.
Ankara Adliyesi hâkim ve savcılarının 28 Şubat sürecinde koşturacağı Genelkurmay brifingi olmadığına göre, bazı hâkim ve savcıların gittiği adres Güniz Sokak’sa, benim söz ettiğim komiklik, epey ciddiye alınmışa benziyor.

Değişen Türkiye’yi anlamakta zorlayanlar, Konuşan Türkiye sloganını çok seviyorlar.
Konuşan Demirel, “Referandumda yapılacak konu, bir siyasi hesaplaşmaya, geçmişle hesaplaşmaya dönüştü” demiş.

Geçmişle hesaplaşmaktan korkan bir Türkiye! Konuşan Demirel’in istediği budur. Geçmiş, halının altına süpürülsün istiyor. Hikmetinden sual olunmayan asker, yurttaşını bir sinek gibi ezmekte tereddüt etmeyen devlet, kendisini Meclis’in üstünde gören yargı... Konuşulsun, ama hiçbir şey yapılmasın.

“Seçilmiş iktidarın devletin kurumlarıyla ilişkileri zedelenmiştir. Siyasi iktidar ülke yönetiminde kurumlardan rahatsızdır” diyor, Demirel.
Çok abartmış. Bence siyasi iktidar, Demirel’in birilerini ürkütmeye çalıştığı kadar kurumlardan rahatsız değil. Ama o kurumlar, her zaman ‘seçilmişler’e şüpheyle baktı. Demirel’in 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de değiştirilmesi de bununla ilgilidir. Değişim değerinin bu kadar ucuz olması ise, sadece kendisiyle ilgili. Buna eklenecek en son söz, gardiyanına âşık olanların hikâyesidir. Bunlardan Türkiye’de çok var.

Kurumlardan rahatsız olan bir siyasi iktidar, 12 Eylül sonrasının ‘Bir Bilen’ adamının uykularını kaçırıyor. Siyasetini eyyamcılık üstüne kurmuş bir figür olarak kurumlardan rahatsız olmak, ne gördüğü, ne de tahayyül ettiği bir şey. Bütün ikbalini, kurumların siyasi iktidardan rahatsızlığına borçlu, çünkü o.

Adında ‘halk’ olan devlet ve asker partisiyle, geçmişindeki bütün sert polemiklerine rağmen, kendisini formatlayan bürokrasiye üstün sadakat örneği. Format mı? Ne olacak, CHP ruhunun ikizi. Bir ailenin birisi ‘benim askerim yargım’, öbürü ‘benim işçim köylüm’ lafını ileri geri dolaştıran iki üyesinden söz ediyorum. Birisi halkın adını unutacak kadar küstah, öbürü 40 yıl önce karşılaştığı köy muhtarına adıyla seslenecek kadar üstün vasıfları haiz.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, Demirel, gerçekten hiç susmamış.
Bugün de konuşuyor.

Konuşan Demirel ve dinleyen yargıçlar.
2010 yılında Türkiye albümünden bir fotoğraf!

Erkan Goloğlu, Radikal, 14 Ağustos.

Bu kadar kolay ve bu kadar imkânsız...

Rüyanda sadece balıkları görecek kadar yüzsen. "Bir balığı ne zıplatır suyun dışına?" sorusu kemiksiz on beş dakika içini ele geçirene kadar yüzsen. "Herhalde müthiş bir fikir geldi aklına" cevabını epey mantıklı bulacak hale gelene kadar... Kimselerin olmadığı koylarda tatlı tatlı yüzerken çıkan çıkır çıkır deniz sesini dinleyecek kadar sessiz olmalı ortalık. En fazla bir zargananın burnunun dibinden geçişinden korksan. Sudan çıkınca balıkların renklerinden konuşsan.



Sonra, İş Bankası'ndan emekli olunca kendini küçük teknesine atan Kamil Kaptan en az 30 tane denizkestanesi çıkarmalı dipten. İlk darbeyi o vurmalı, sonra sana geçirmeli "karadikeni". Bugün senin görevin denizkestanesini fazla sıkmadan, kıpırdayan dikenleri avuçlarını gıdıklarken, yumurtaları ayıklayıp ağır ağır, azar azar tabağa koymak olmalı. Zaman diye bir şey kalmamalı onuncudan sonra. Telaş, senin ancak televizyondan bildiğin insanlara ait bir acayiplik olmalı artık. Sen bir denizkestanesi bir başka denizkestanesine sarılmak isteyince ne kadar kederlenebilir, sadece bunu merak etsen.



Domatesler kırmızı suyunu salınca salatanın zeytinyağına "Oh be!" demelisin. Bir tek rakı kadehine doğru tıkırdadığında şükretmelisin. Çipuranın yanaklarının ne kadar etli olduğuna hayret ettiğinde... Teknede kesilen kavunun kokusu deniz kokusuna karışıp da ruhun serinlediğinde... Küçük radyoda aniden Belkıs Özener "Aşkın bahardı..." diye başladığında... Sallanan teknede minik bir uykuya doğru devrildiğinde akşam güneşinde... Uyanıp balıklara bakarak suda ayıldığında... Bata çıka yenen şeftalinin suyu dirseklerine kadar aktığında tekrar denizde balıklarla yıkandığında... Teker teker bunlara işte şükretmelisin.



Akşam güneşi kaybolmadan, benim eflatun saatimde, yıkanmış paklanmış bir balıkçıya oturmalısın sonra. Çok sevdiğinden emin olduğun dostların olmalı, sadece güzel şeylerden bahsetmeliler. Şef garson küçük sürprizler yapmalı, ben diyeyim ıhlamur sosunda sübye yumurtası, sen de sakızlı ahtapot. Hadi bir de parasını almasın, öyle tatlı bir şef garson çünkü. Yaptığı sürprizden mutlu olan cinsten, en sevdiğim.
Sonra lokanta masaları arasında dolaşan komik, uykulu çocuklar
olmalı. Artık telden çember yapmıyorlar, bir tabancadan bir anda yüzlerce balon çıkarıyor bu çocuklar, bunu görmelisin. Hıza kesmiş her şey. Kafanı kurcalamalı; kayaların, ağaçların ve insanların kenarından arabalarla ve hızla geçtiğimizde ne kadarını görebiliriz ki baktıklarımızın? O kayaların, o ağaçların ve o insanların yanından yürüyerek geçen geçmiş zaman insanlarının kim bilir nasıl çalışıyordu kalbi, bunu düşünmelisin. "Hay aksi!" demelisin, "Bu çağın nasıl bir şiiri olabilir ki?" demelisin. Sonra bir çocuk havaya fışkırttığı balonları tek tek yakalamaya çalışınca, her birini patlatmadan şişeye yerleştirmeye nafile olsa da inatla gayret edince tekrar inanmalısın insanın her çağın marazını yenebilecek kudrette olduğuna. Bir Tanrı varsa muhakkak çocukların çekirdeğinde, böyle şeyler geçmeli aklından.



Sabah olmalı tekrar. Bir ihtiyar çıkmalı ortaya. Bastonuyla iki büklüm deniz kenarında. Birden kocaman bir deniz gözlüğü takmalı. Bastonuyla adım atmalı denize, yürümeli suda, beline kadar. Sonra bastonuna tutuna tutuna bir sokup bir çıkarmalı kafasını suya. Bastonuyla denizde yürüyen ihtiyarın sırtı küçük, esmer bir adacık olarak görülmeli ara ara. Bulduğu denizyıldızlarını hiçbir şey söylemeden genç kadınların masasına bırakmalı.
Güneş batarken kendine doğru dönmeli gözlerin. Kendine sövüp sayıp
tatlı tatlı, sonra kendini affetmelisin. "Nereden baksan" demelisin, "fena insan sayılmam". Yola yine de kendinle devam etmeye karar vermelisin. Ağustosböcekleri gibi ses çıkardıkça içi boşalan, sesi bittiğinde ruhuyla birlikte eti de kabuğunu terk eden birisin sen. Nereden baksan...



Sabah olunca yeniden, bir domates koparsan dalından, biber acı çıksa of of of yansan, salatalığın kokusu eline bulaşsa ve kabuğunu alnına yapıştırsan, peynir sürprizini yapsa, nasıl güzel nasıl... Simit olsa, sıcak olsa namussuz, çok yesen. Böyle işte çay da kendince dünyanın en güzel çayı gibi olsa... İyi bir gün daha geçirsen yani. Yani sadece insanca bir gün daha. İnsana yakışan cinsten bir tek gün daha...
İyi olursun. Bahse girerim daha iyi bir insan olursun.



Bir de benim güzel kardeşim, düşünsene, bu memlekette herkese böyle birkaç gün verilse... Böyle birkaç güne şükredebilecek sükûnet ve neşe... Düşünsene arkadaş, ne biçim yaşardık... İnsan gibi, insana yakıştığı gibi. Büyük bir sofrada beraber efkârlanıp sonra hep beraber gülen insanlar gibi... Şimdi bu fikir, bu hayal, senin gözünü doldurmuyor mu benim kardeşim? Benimkileri dolduruyor işte. Bu kadar kolay olmasına ve bu kadar imkânsız...



Ece Temelkuran
, 9 Ağustos, Habertürk

Suç yalnız döviz kurunda mı aranmalı?

Uzun süre döviz kuru konusu gündemden düşmüş görünüyordu. Bu konudaki tartışma son birkaç haftadır yeniden alevlenmişe benziyor.
Bu alanda iki gelişme dikkat çekici. Bunlardan birisi, kısa sayılabilecek bir süre önce 1.60 düzeylerine çıkmış olan dolar-TL paritesinin son haftalarda yavaş yavaş düşerek 1.50 düzeyine kadar inmesi. Diğeri de ihracat geliri artışının, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında ciddi düzeyde yavaşlamış olması.


Bu gelişmelere bakarak, TİM yöneticileri ve bazı ihracatçılar seslerini yükselttiler. Düşük olduğunu iddia ettikleri kurlarda ihracatçının zarar edeceğini söylüyorlar. Ayrıca, ihracat artışındaki yavaşlamayı yanlış döviz kuru politikasına bağlıyorlar. Bu yüksek sesli koroya Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da katıldı. Geçmişte de, kendisinden önce görevi yürütmüş olan Kürşat Tüzmen aynı şeyleri söylemişti.

Öyle görünüyor ki, dış ekonomik ilişkileri yürütmekten sorumlu bakanlar TİM’in sözcülüğünü yapmak zorunluğunu duyuyor. Hedefte Merkez Bankası bulunuyor. Bakana ve TİM yöneticilerine göre Banka yeterince sorumlu davranmıyor, kurun düşmesine göz yumuyor. Hafta içinde Merkez Bankası piyasadan günlük döviz alımlarını bir miktar arttırmıştı ama bu yeterli bulunmuyordu.

Banka daha aktif şekilde piyasaya müdahale etmeli, döviz kurunun düşüşünü engellemeliydi. Bu görüşe karşı da bir hayli şey söylendi, yazıldı.

Bu tartışmada bir kere daha birkaç nokta üzerinde durulmasının yararlı olacağı kanısındayım. Her şeyden önce, düşük kurun mu, yoksa yüksek kurun mu ihracat artışını destekleyeceği üzerinde düşünmek gerekiyor. Olaya bir taraftan bakıldığında yüksek kurun, aynı miktarda ürün satışı karşılığında ihracatçının eline daha fazla döviz geçmesine olanak verdiği gerçeği var. Ancak, diğer taraftan yüksek kurun ihracatçının potansiyel müşterilerini
kaçırtabileceği de unutulmamalı.


Bu bağlamda Çin’in yürüttüğü düşük döviz kuru, buna bağlı olarak da sağladığı yüksek ihracat geliri etrafındaki tartışmayı hatırlamakta yarar var. Bu alandaki gözlemciler, yıllardan beri Çin hükümetinin döviz kurunu olması gereken düzeyin altında tutarak diğer ülke ihracatçılarına karşı büyük avantaj sağladığını söyleyegeldiler. Hatta, döviz kurunu biraz olsun yükseltmesi için Çin hükümeti üzerinde yapılan baskılar da unutulmamalı.

Yüksek döviz kuru politikası için söylenebilecek bir başka husus, kurun aşırı değerlenmesinin ithalatı teşvik etmesi. Yakın geçmişte ülkemizde yürütülen yüksek döviz kuru ile bir ithalat patlaması yaşandığı, buna bağlı olarak dış ticaret açığının büyüdüğü ve cari işlemler dengesindeki açığın tehlikeli sayılabilecek düzeylere ulaştığı hatırlanmalı.

Kaldı ki yüksek döviz kurunun üretimde girdi fiyatını yükselttiği, aramalı ithal eden ihracata yönelik şirketlerin maliyetini arttırdığı da gözden uzak tutulmaması gereken bir husus.

Bunları söyledikten sonra Merkez Bankası’nın ihracatçının döviz kurunu yükseltme talebi karşısında ne yapabileceği noktasına gelelim. Aslına bakılacak olursa, bugün uygulanmakta olan döviz kuru rejimi çerçevesinde Banka’nın fazla bir şey yapamayacağını herkes kabullenmek zorunda. Dikkat edilirse hiç bir şey demiyorum, fakat fazla birşey yapamaz diyorum.


O zaman döviz kuru politikasını gündeme getirenlerin ihracatla ilgli sorunları yalnız döviz kurlarının düşük veya yüksek olmasında değil, aynı zamanda başka yerlerde araması gerekir. Bu sorunların bir kısmı üretimde verimlilikle ilgili. Bir kısmı rekabetle ilgili. Olayın üretimde kurumsal ve yapısal iyileştirmeleri gerektiren yönleri var. Başta vergi sistemi ve enerji olmak üzere maliyetleri etkileyen faktörler önem taşıyor. Sorunun faizlerle ilgili yönü bulunuyor. Liste daha da genişletilebilir. Ancak, söylemeye çalıştığım, TİM gibi kurumların bu konuda daha hazırlıklı olması gerektiği, olayı yalnız döviz kuruna bağlayarak basitleştirmesinin yerinde olmadığı.


Baran Tuncer, Radikal, 8 Ağustos

darbe ekonomisinin tarihi...




"Merkez Bankası’nın unutulmaz başkanlarından Osman Şıklar’ın bu anı kitabı çocukluk günlerinden başlıyor; görev süresinin bitimi olan 1984’e kadar geliyor. Böylece karanlık ve kapalı rejim dönemine yeni bir ayna daha tutulmuş oluyor.

12 Eylül darbesinin ardından, Merkez Bankası başkan yardımcılığından başkanlığa atanan ve darbe döneminde başkanlık yapan Şıklar’ın anıları okununca, hem o dönemi hem de Türkiye’yi anlamak daha kolaylaşıyor. Darbenin yani korkunun ne anlama geldiğini, darbecilerin nasıl insanlar olduğunu bu anılardan öğreniyoruz.

Bilecik’in bir köyünde doğan, Balkan kökenli bu yoksul Anadolu çocuğu, girdiği Merkez Bankası’nda, küçük bir memurken önce şef yardımcısı, sonra şef, ardından müdür yardımcısı ve müdür, sonra genel müdür yardımcısı ardından genel müdür, en son başkan yardımcısı ve başkan oluyor. Yani her makama adım adım, bileğinin hakkıyla gelen bir bürokrat.

Anılar, genç cumhuriyetimizin içinde çok önemli bir kesit. Türkiye’nin bir zamanlar yaşadığı yoksulluğu, yokluğu, yurtdışına o dönemlerde gönderilen memurların yaşadıklarından içimiz burkularak öğreniyoruz.

Darbeci General Evren, ekonominin patronu Turgut Özal, bürokrasi, bakanlarla itişmeler ve her renkten insan manzaraları … " (arka kapaktan)
İmge, 332 s., Ağustos 2010.

'Stres testleri' stresi yok edemedi...

Mali sektörün belirsizlikler içerdiği dönemlerde, sektörün içinde yer alan bankaların, olası ‘ekstrem’ kötü gidişatta ne derece zarara maruz kalacağı ve mevcut özkaynaklarının bu zararı ne oranda ‘göğüsleme’ kapasitesine sahip olduğu ‘stres testi’ denen senaryo analizleri ile değerlendiriliyor. Bankaların mevcut mali verileri ve geleceğe yönelik beklentilerin birleştirildiği senaryoların kullanıldığı ‘stres testlerinde’ makroekonomik ve mali piyasa verilerinin karamsar senaryoda alabileceği değerler altında banka mali tablolarının ne şekilde etkileneceği detaylı olarak ölçülüyor. Özellikle, asgari sermaye yeterliliği rasyolarını tutturmak ve yeterli likidite bulundurmak için gereken sermaye takviye ihtiyacı tespit ediliyor. 2009 yılında ABD’nin en büyük 19 bankası, Hazine ve FED tarafından stres testine tabi tutulmuş ve 10 bankanın 74,6 milyar dolar tutarında sermaye takviye ihtiyacı olduğu anlaşılmıştı.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa Banka Denetimcileri Komitesi (Committee of European Banking Supervisors - CEBS) tarafından yürütülen ve AB genelindeki 91 bankayı kapsayan strest testleri, AB bankacılık sektörünün, karamsar koşullar altında yazacağı zararı ve ihtiyaç duyacağı ‘ekstra’ sermayeyi tespit etme amacını taşıyor. Söz konusu çalışma, 2009 yıl sonu verilerini alarak, bankaların mali durumlarını 2010 ve 2011 sonuna uzanan makroekonomik senaryolara tabi tutuyor. Makroekonomik senaryolar; GSYİH, işsizlik ve enflasyon gibi parametrelere yönelik tahminler içeriyor.
CEBS, daha önce Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Avrupa Komisyonu’nun (EC) hazırlamış olduğu tahminlerden yola çıkıyor ve karamsar senaryoda GSYİH büyümesi için eksi yüzde 3’lük bir sapma varsayıyor. Bunun ötesinde, son dönemde sıklıkla gündeme gelen sorunlu devlet tahvili piyasalarına yönelik de olumsuz bazı varsayımlar ekleniyor. CEBS tarafından, çalışmadaki varsayımlarda AB genelindeki üç aylık faiz oranlarının yüzde 1,25, 10 yıllık faiz oranlarının ise yüzde 0,7 artırıldığı açıklanıyor ve bunun ötesinde ülke özelinde de düzeltmeler yapıldığı belirtiliyor. Söz konusu faiz düzeltmeleri, Yunanistan için yüzde 6,85, Portekiz için yüzde 2,68, İspanya için yüzde 1,42 ve İrlanda için yüzde 1,58 oranında gerçekleştirilmiş. Faiz oranlarındaki yükselme sonucunda tahvillerde yaşanacak değer düşüklüğü için oran tahminleri tespit edilmiş. Buna göre, olumsuz senaryoda, 2001 itibariyle oluşabilecek tahvil değer düşüşlerinin, Yunanistan için yüzde 23,1, Portekiz için yüzde 14,1, İspanya için yüzde 12, İrlanda için yüzde 12,8 olacağı varsayılmış. Ekonomik koşullar neticesinde kredi portföylerinde oluşacak geri ödenmeme oranlarına dair olasılık varsayımları ve geri ödenmeme durumunda oluşacak zarar tahminleri da detaylı olarak belirlenmiş. Bu parametreler, her ülkenin şirket kredileri, gayrimenkul kredileri ve tüketici kredileri için detaylandırılmış.

Çalışmalar sonucunda, kapsamdaki 91 bankanın sadece yedisinin, stres senaryolarına göre, bankaların ödenmiş sermaye ve kâr yedeklerinin dâhil edildiği ‘birinci kuşak’ (tier I) sermaye yeterliliği rasyosunun alt limiti olan yüzde 6’nın aşağısında kalabileceği ve bu durumda rasyoları tutturmak için 3,5 milyar avro tutarında bir sermaye ihtiyacının oluşacağı hesaplanmış. Yedi bankanın beş tanesi, İspanya’nın ‘caja’ olarak adlandırılan tasarruf bankaları olurken, Almanya menşeli Hypo Real Estate ve Yunanistan menşeli ATEbank da yüzde 6’nın altında kalan diğer bankalar olmuş.

Çalışmaya bakıldığında, İspanya haricinde, Avrupa bankacılığının tahmin edildiği kadar sorunlu olmadığı sonucuna varılıyor. Ancak sektör profesyonelleri ve analistler, çalışmadaki olumsuz senaryoların yeterince ‘zorlu’ olmadığı yani olası zararları yeterince yansıtmadığı görüşündeler. Bu nedenle de, sadece yedi bankanın tehlike sınırında olduğunun açıklanması, piyasalar tarafından gerçekçi ve güvenilir bir sonuç olarak algılanmıyor. Hatta, bazı uzmanlar bu çalışmayı, ‘harcanmış bir fırsat’ olarak görüyorlar. Bundan sonra, sektörün eleştirileri dikkate alınarak, analistlerin öngörülerinin de katıldığı ikinci bir stres testinin yapılıp yapılmayacağı henüz belli değil. Eğer piyasaların endişeleri haklı çıkarsa, stres testlerinin iyimserliği altında, AB bankacılığı, gerekli sermaye güçlendirmesini yapmadan, olumsuz koşullara hazırlıksız yakalanabilir.

Metin Ercan, Radikal, 28 Temmuz.

Özgürlük ve Hukuk

İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin Balyoz davası bağlamında 102 birey için çıkardığı yakalama emri, duruşma tarihinin dört buçuk ay sonraya bırakılması, emekli Orgeneral Çetin Doğan’a yapılan gereksiz hoyratlıklar her şeyi olağan karşılamaya alışmış toplumumuzun vicdanında rahatsızlık yarattı.


Demokratik toplumlarda, mahkûm olana dek masum sayılması gereken insanların özgürlüklerinden yoksun bırakılmaları ciddi bir konu. O nedenle bireylerin özgürlükleri ve fiziksel güvenlikleri keyfi sınırlamalara karşı sıkı güvencelere bağlanıyor. AİHM’ye göre, bireyin özgürlüğünden yoksun bırakılması öylesine ciddi bir konudur ki, başka bütün önlemler incelenip yetersiz bulunduktan sonra en son bu önleme başvurulmalıdır. (Varbanov/Bulgaristan 2000)

Özgürlükten yoksun bırakmanın keyfi olmamasına karşı ilk ve en büyük güvence, yakalama, gözaltına alma, tutuklama kararlarının hukuka uygun olması. AİHM bu konu ile ilgili başvurularda önce bunu inceliyor. Hukuka uygunluk incelemesinde AİHM şu öğeleri göz önünde bulunduruyor: Özgürlükten yoksun bırakma kararı ulusal yasaya uygun mu? Ulusal yasanın uygulanması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun mu? Ulusal yasa Sözleşme’nin standartlarını karşılıyor mu? Özgürlükten yoksun bırakma kararı “hukuksal belirlilik” (legal certainty) ölçütüne uygun mu?


Bu açıdan baktığımızda, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 23.7.2010 tarihli yakalama kararının türlü sorunlar doğurduğu ortaya çıkıyor.

Ulusal Hukuka Uygunluk: Mahkeme, yukarıdaki kararıyla sanıklar adına CMK 98/3 gereğince yakalama emri çıkarıyor. CMK 98/3, yakalama emrinin “kaçak sanık” hakkında verilmesini öngörüyor. Kaçak sanık ise, CMK 247 maddeye göre, “Hakkındaki kovuşturmanın sonuçsuz kalmasını sağlamak amacıyla yurt içinde saklanan” kişiye deniyor. Kararda adı geçen sanıkların bir bölümü görevli subay. Görev yerleri belli. Geri kalan emekli subayların ise adresleri belli. Bunlar bir süredir serbest. Hangisi saklanmış? Ya da hangisine tebligat yapılmış da duruşmaya gelmemiş? Mahkemenin bu kişilerin neden kaçak olduklarını kararında belirtmesi gerekirdi. Bu yapılmamış.

Ayrıca, yakalama kararındaki gerekçeler tutuklama gerekçeleri. Oysa karar tutuklama kararı değil. CMK gereğince, gıyabi tutuklama kararı çıkarılamıyor. Bu durumda, 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararının ulusal hukuka uygun olduğunu söyleyebilir miyiz?

Gerekçenin Yetersizliği: Mahkemenin yakalama kararının gerekçeleri yakalamaya değil, tutuklamaya ilişkin. Ama ne olursa olsun, bireyi özgürlükten yoksun bırakan bir kararın “kanıtların durumu, suçun niteliği” gibi soyut, klişe gerekçelere dayandırılmasını AİHM kabul etmiyor. Bu nedenle AİHM’nin Türkiye’ye karşı verdiği yüzlerce ihlal kararı var. Gerekçenin somut verilere dayandırılması ve bunların ayrıntılı olarak açıklanması gerekiyor. Aynı şekilde, adli kontrol önlemlerinin neden yetersiz kalacağının da ayrıntılı olarak belirtilmesi isteniyor.

Hukuksal Belirsizlik: AİHM, özgürlükten yoksun bırakma kararlarında belirsizlik bulunmamasını, “hukuka uygunluk” koşulunun temel öğelerinden biri olarak görüyor. Örneğin, Jecius/Litvanya (2000) kararında, AİHM, tutuklamaya yol açan yasaya ilişkin olarak ilgili makamlar arasındaki görüş ayrılıklarının bir belirsizlik doğurduğuna, bu nedenle tutuklamanın hukuka uygun olmadığına karar verdi.

Balyoz davasında bir sanığın iki kere tutuklanıp tahliye edildikten sonra, ortada yeni bir kanıt yokken üçüncü kere yakalama emri çıkarılmasını, hukuksal belirlilik ve hukuk güvenliği ilkeleriyle nasıl bağdaştırabiliriz? 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararında buna bir açıklama getirmesi gerekirdi. Buna gerek duyulmamış.

Bireylerin özgürlükten yoksun bırakılmaları gibi önemli bir konudaki hukuka aykırı kararlar, yargıya ve hukuk devletine olan güveni sarsıyor. Bireylerin özgürlüklerinden keyfi bir biçimde yoksun bırakılmayacaklarına güven duymaları, demokratik bir toplum olmanın en temel koşulu.

Rıza Türmen, Milliyet, 2 Ağustos.