Ara

Kıskanmak: çirkinliğin zarafeti...



Onun pek az fotografı kalmış günümüze. Kitaplarının eski basımlarının arkasında puslu bir tanesinden bakıyor bize. Görünmekten memnun değilmiş gibi. Bir de çizilerek munisleştirilmiş sureti var. Ansiklopedi maddelerinin yanında bulunmak için. Onun bir tevatür olmadığını, yaşamış ve yazmış olduğunu, İstanbul şehrinin sokaklarında bir başına dolanan tuhaf bir adam olarak kayda düştüğünü kanıtlamak için.

Nahid Sırrı Örik, ısrarla ve iştahla unutulmuş bir yazar olarak, muamma makamında her zaman kitaplığımın bir köşesinde sızlayıp durmuştur.
Nahid Sırrı’nın hayatı boyunca ciddi bir kabul görme sorunu yaşadığını biliyoruz artık. Gönderdiği yazılar dergi yazıhanelerinde kaybedilmiş, kitapları bekletilmiş, yayımlandıklarında görmezden gelinmiş.

Onun yazdıkları kadar yaşadığı yalnızlık da ilgimi çekiyor elbet.
Aynı sokakları, aynı masaları, aynı edebiyat dünyasını paylaştıklarının ona takmış olduğu isimleri sıralasak müthiş bir sürgün defteri çıkar karşımıza.
Kız tabiatlı. Ecnebi meşrepli. Mühtedi. Asabi. Uyumsuz.
Kendine uygun bulunmuş bu lakaplardan Nahid Sırrı Örik’in ürkütücü bir yabancı olduğunu anlıyoruz.

Cinsel yöneliminin, 1894 doğumlu bir İstanbullu olarak onu nasıl cendereye sokmuş olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil. Hüseyin Rahmi gibi korunaklı bir hayatı olmadığı anlaşılıyor. En nezih çevrelerin ‘kız tabiatlı’ diye burun büktükleri Nahid Sırrı’ya yılmadan eziyet ettiklerini parça parça anlatılardan çıkarabiliyoruz.‘Çirkinliğinin’ dillere destan olduğunu da.
Bunun yanı sıra, ucundan berisinden sıyrık bir beyzadelik de o günlerin Nahid Sırrı karikatüründe yerini alıyor. Ecnebi meşrepli. Babası, Maarif Nezareti mektupçularından, Mabeyn Mütercimi, Hukuk Fakültesi hocası. İlk öğrenimini özel öğretmenlerden alıyor. Sonra Galatasaray lisesi. Sonra babasının ısrarıyla bir süreliğine Berlin elçiliğinde memurluk. Sonra 1915’den 1928’e kadar başta Paris olmak üzere, o sırada bin bir devrimle çalkalanan Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinde sürdürülen bir hayat.

Mühtediliğin, bir tür güvenilmezlik, bir fesat kattığı belli, karikatürümüze.
İlk hikayesi 1927 yılında Paris’te yayımlanan, Fransızca yazmış olduğu ‘Zeynep, La Courtisanne.’ O yıllarda Türkiye’de dergilerde öykülerine rastlanıyor.
İlk romanı ‘Kıskanmak’, bir kitap olarak 1946 yılında basıldığında som bir sessizlikle karşılanıyor.

Kıskanmak, edebiyatımızın kanımca en benzersiz yapıtlarından biri.
“Çirkinlerin sevilmemeye ve güzeller için daima feda edilmeye mahkûm bulunduklarını Seniha pek küçük yaşından itibaren bilmiş, anlamıştı.” Seniha, kanımca Türkçe edebiyatın yaratmış olduğu en güçlü, en unutulmaz karakterlerden biri. ‘Kıskanmak’ romanını da biricik kılan, Seniha’nın yanında durarak anlatılan kötülük hikayesinin cüretkârlığı. Kötülüğün edebiyatımızda yeterince işlenememiş bir insanlık hali olduğunu düşündüğümüzde Nahid Sırrı’nın kimi karakterlerini yaratış yordamını devrimci bulmak mümkün.

‘Kıskanmak’, güzelliğin sıradan faşizmi üstüne bir haykırıştır. Ya da çirkinliğin intikamı. Ama yanılmıyorsam, beni en çok sarsan, Nahid Sırrı’nın Türk romanında, hele o zamanlar asla denenmemiş bir durumu yansıtmadaki başarısıdır. O, bir sürüklenme halini anlatır. Bir kimsesizliği. Bir tutunamamışlığı. Seniha, sürüklenmeye; o hayatın akışında bir özne olamayanın neredeyse yarı düşsel varoluşuna bir son verebilmek için kötülüğe sarılır.
Cinsellik, gerçek hacmini dönem romanlarından bir tek onun yazısında kazanır.
Belki lanetlenmiş olmasının bir nedeni, kadın cinselliği konusundaki fütursuz derinleşme merakıdır.

Onu, Bahriye Çeri’nin tanımlamasıyla bir Cihan Kaynanası kılan merak, dünyanın bütün girdi çıktısını ille de anlamaya yönelik olduğu kadar kadın karakterlerini sandık diplerine kadar deşme dürtüsü, kanımca. Seniha gibi ‘Sultan Hamid Düşerken’in Nimet’i de bu yüzden okuyanın kitaplığında durmadan soluk alır. ‘Eski Zaman kadınları Arasında’, Sabure hanımla, Hasibe Saliha hanımla büyümüş, onları tarihe kaydetmiş olan Nahid Sırrı’nın kadınlarının, özne olabilmek için kendilerine hile desiseden başka hiçbir şey bırakılmamış dünyadaki serüvenleri çağa da ayna tutar.

Bu ne Osmanlı kalabilmiş, ne Alafranga olabilmiş, ne Cumhuriyet tarafından sevilmiş ne edebiyat çevresinde okşanmış yazar, kendi arafta kalmışlığından benzersiz bir edebiyat yolculuğu çıkarmış.
Türk edebiyatının vefakâr arkeologu Selim İleri olmasaydı, sözgelimi ben Nahid Sırrı Örik’i tanıyamayacaktım. İleri, kanımca başyapıtı olan ‘Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver’ romanında da onun izini sürüyor, onun hayatını zengin bir cehennemle tasvir ediyordu. (Cemil Şevket adı, ‘Kıskanmak’da birkaç kez, Seniha’nın ilk gençliğinde ‘kendini teslim ettiği’, sonra evlendirilmediği delikanlının adı olarak geçer) Ben de hep Selim İleri’nin olağanüstü incelikle çizmiş olduğu resme bakıyorum, Nahid Sırrı’yı düşündükçe. Onu, dolapta kalıp kendilerini yalnız ve unutulmuş hissetmesinler diye ikide bir bütün elbiselerini giyip dışarı çıkan adam olarak hatırlıyorum. Ölümün, takma kirpikli bir deniz subayı olarak bulduğu ihtiyar haliyle.

Yıldırım Türker, Radikal, 21 Ağustos.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder