Ara

Konuşan Demirel ve dinleyen yargıçlar

Süleyman Demirel, Zincirbozan’a gittikten bir süre sonra, Ankara’da konuşulan en önemli konu, ‘Baba’nın nerdeyse solcu olduğu yönündeydi. Herkes birbirine, Demirel’in ‘çok değiştiğini’ söylüyor, kimsenin okumadığı ama nedense varlığından emin olduğu mektuplarından dem vuruyordu. Neler yoktu o mektupların içinde. Askerin işleri yüzüne gözüne bulaştırdığı, hatta bunun hesabını halkın soracağı, darbenin değil parlamentonun tek adres olduğu, falan filan...
Ben bu laflara inanmamıştım desem ne olur, demesem ne olur? ‘Dikkate almak lazım’ gibisinden yol yapanlar, ‘Diktatörlükten çıkışta neden ittifak yapılmasın’ türünden derin analizlere yapışanlar, öyle çok uzağımızda değil, aramızdaydı. Bunlara inanmak, çocukluk muydu, çaresizlik mi?

Sonrası malûm! İki kez darbenin muhatabı olmuş bir Başbakan olarak, Cumhurbaşkanlığı umurunu da gördü. Ama siyaset yaşı neredeyse benimle yaşıt bir aktör olarak, sadece konuştu. Merkez sağın kendisine yakıştırdığı -aslında inkâr da etmeyelim iyi kötü yaptığı- Türkiye’yi imar ve inşa ‘misyonu’nun dışında hiçbir şey yapmadı. Zaten yapmayıp sadece konuştuğu için, Türkiye, yapanların değil, konuşanların Türkiye’si olduğu dönemlerde bu umuru gördü. ‘Konuşan Türkiye’nin bu kadar kendisine yakışmasında bile bir mizah yok mu? Yolların yürümekle aşınmayacağı, ona sağcıların adam öldürdüğünü dedirtemeyeceğimiz, yazın Bulgarların bize elektrik vereceği, kışından da bizim onlardan alacağımız gibi bir Demirel klasiği...
1991 seçimlerinden önce ilk kez telaffuz ettiğinde, kimse Konuşan Türkiye’nin de Demirel’in envanterine girecek komikliklerden biri olacağını bilebilir miydi?

Türkiye o tarihten sonra Susurluk’u yaşadı, 28 Şubat’ı gördü, yine onun ağzından çıkan ‘Kürt realitesi’, gittikçe daha fazla acıtan bir gerçekliğe dönüştü ve Demirel, sadece konuştu.
2010 yılında Türkiye, genetik yapısına en önemli müdahale imkânını yakaladığı bir dönemde, görüyoruz ki Demirel, aynı komikliği tekrar etmekte hiçbir mahzur görmüyor. İnandırıcılığı hususunda hiçbir şüphesi yok.

Askerlerin 12 Eylül gece yarısı teslim aldığı Güniz Sokak’taki evinde kabul ettiği YARSAV heyetine, “Korkulacak olanın konuşan değil, susan Türkiye” olduğunu söylemiş.
İnandırıcılığı hususunda şüphesi yok, dedim. Haksız da sayılmaz.
Ankara Adliyesi hâkim ve savcılarının 28 Şubat sürecinde koşturacağı Genelkurmay brifingi olmadığına göre, bazı hâkim ve savcıların gittiği adres Güniz Sokak’sa, benim söz ettiğim komiklik, epey ciddiye alınmışa benziyor.

Değişen Türkiye’yi anlamakta zorlayanlar, Konuşan Türkiye sloganını çok seviyorlar.
Konuşan Demirel, “Referandumda yapılacak konu, bir siyasi hesaplaşmaya, geçmişle hesaplaşmaya dönüştü” demiş.

Geçmişle hesaplaşmaktan korkan bir Türkiye! Konuşan Demirel’in istediği budur. Geçmiş, halının altına süpürülsün istiyor. Hikmetinden sual olunmayan asker, yurttaşını bir sinek gibi ezmekte tereddüt etmeyen devlet, kendisini Meclis’in üstünde gören yargı... Konuşulsun, ama hiçbir şey yapılmasın.

“Seçilmiş iktidarın devletin kurumlarıyla ilişkileri zedelenmiştir. Siyasi iktidar ülke yönetiminde kurumlardan rahatsızdır” diyor, Demirel.
Çok abartmış. Bence siyasi iktidar, Demirel’in birilerini ürkütmeye çalıştığı kadar kurumlardan rahatsız değil. Ama o kurumlar, her zaman ‘seçilmişler’e şüpheyle baktı. Demirel’in 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de değiştirilmesi de bununla ilgilidir. Değişim değerinin bu kadar ucuz olması ise, sadece kendisiyle ilgili. Buna eklenecek en son söz, gardiyanına âşık olanların hikâyesidir. Bunlardan Türkiye’de çok var.

Kurumlardan rahatsız olan bir siyasi iktidar, 12 Eylül sonrasının ‘Bir Bilen’ adamının uykularını kaçırıyor. Siyasetini eyyamcılık üstüne kurmuş bir figür olarak kurumlardan rahatsız olmak, ne gördüğü, ne de tahayyül ettiği bir şey. Bütün ikbalini, kurumların siyasi iktidardan rahatsızlığına borçlu, çünkü o.

Adında ‘halk’ olan devlet ve asker partisiyle, geçmişindeki bütün sert polemiklerine rağmen, kendisini formatlayan bürokrasiye üstün sadakat örneği. Format mı? Ne olacak, CHP ruhunun ikizi. Bir ailenin birisi ‘benim askerim yargım’, öbürü ‘benim işçim köylüm’ lafını ileri geri dolaştıran iki üyesinden söz ediyorum. Birisi halkın adını unutacak kadar küstah, öbürü 40 yıl önce karşılaştığı köy muhtarına adıyla seslenecek kadar üstün vasıfları haiz.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, Demirel, gerçekten hiç susmamış.
Bugün de konuşuyor.

Konuşan Demirel ve dinleyen yargıçlar.
2010 yılında Türkiye albümünden bir fotoğraf!

Erkan Goloğlu, Radikal, 14 Ağustos.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder