Bundan iki yıl önce yine ağustos ayında İletişim’den haber geldi. Orhan Pamuk’la yeni romanını konuşabilecektik. Bu, tatil sırasında yaptığım okuma planının zevkli bir şekilde değişmesi anlamına geliyordu. O zaman kitap henüz yayınlanmamış, hatta basılmamış olduğu için elimde A4 sayfalarından oluşan tuğla gibi bir fotokopiyle geçirdim günleri. Dışarıda bir yerde okuduğumda, ne okuduğumu gören olmasın diye ilk sayfanın üzerine bir boş kağıtla kamuflaj yapıyordum.
Bu kez röportajdan beş-altı gün önce ana karadan uzakta olduğum için bilgisayardan başladığım hızlı okuma seansını, bulunduğum adada postayla iletişime katkıda bulunan bir esnaf aracılığıyla kitabın bizzat kendisiyle sürdürdüm. Bu kez kitabı, ilkokuldan bu yana ilk kez yaptığım bir işi yaparak, güzelce kaplayarak sakladım. Sonra fark ettim. Bu iş için eski bir dergiden kopardığım sayfalarından biri Stockholm’ü tanıtıyordu. Nobelli yazarımıza uygun bir kitap kabı oldu.
Herkes biliyordur artık, kitabın adı ‘Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat’... Yazarın çoğu zaman romanına aktardığı gözlemleri, tecrübeleri, ilişki biçimleri hayatından, ailesinden, yakın çevresinden, bunları oturttuğu fikir, zemin ve çerçeve de sokaklardan, İstanbul’dan, tarihten, sanattan besleniyor. Ama romanlara giremeyen ya da tam tersi, onları bizlere hissettirmeden şekillendiren, yazarda iz bırakan ilişkiler, hatıralar ve eserler de var. Onların bir kısmını ‘Öteki Renkler’ ve ‘İstanbul’da okuduk. Daha fazlası ise bu kitapta.
“Her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar” cümlesiyle biten, Nobel Ödülü konuşmasında da karşımıza çıkan babasıyla ilgili yazı bunlardan biri mesela. Romanlarından ‘Benim Adım Kırmızı’daki fikri, Bellini’nin küçük ama önemi büyük bir tasvirini anlattığı yazıda hissediyoruz. Genç bir Osmanlı nakkaş ya da hattatının çalışma halini gördüğümüz bu 15. yüzyıl resminin yazara ne ifade ettiği, bu kitapta, ‘Manzara’dan Parçalar’da.
Okuyunca, romanın anlattıklarını da bir kez daha düşünüyoruz. Hatta adı olmayan o nakkaş/hattat da ‘Benim Adım Kırmızı’nın bir karakterine dönüşebiliyor zihnimizde. Ya da yazarın (ve de okurun) yakalamaya çalıştığı ‘mana’ya dair dertleri, onlar da bu kitapta. Ağacın salt gövdesini değil de, manasını görmeye çalışmak ne kadar çok şey anlatıyor. Kitabın ‘Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri’ bölümü de manalı bu arada. Yakın tarihimizi ve bugünü iyi hatırlatıyor.
Bu kitap okurda bir eksiklik, bununla beraber bir açlık hissi de yaratıyor bazen. Bunun nedeni, okurun kendisini özdeşleştirdiği yazarın dünyasının ne kadar geniş ve katmanlı olduğunu görmesi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı nasıl anlamalıyız? Hepimiz Dostoyevski okumuş olabiliriz, ama Dostoyevski’yi nasıl anlıyoruz? Nabokov neden büyük bir yazar? Çok genç yaşlarda Faulkner’ı okumuş olsaydık, bizim de hayatımız değişir miydi? Edebiyat âleminin biraz daha derinlerine gidebilseydik bugün kim olurduk? Büyük yazarları daha çok okumuş olsaydık... Onları ve anlattıklarını böyle, Pamuk’un bize anlattığı gibi anlayabilecek miydik? Okur Orhan Pamuk’un öğrencisi oluyor, manzaranın bu parçalarını yazarın incelikli rehberliğinde geziyor. ‘Edebiyat-Kitaplar’ bölümünü ya da yazarın, Flaubert’in -sansürlendiği için birçoğumuzun bilmediği- İstanbul ve Türkler’e ilişkin can acıtan tespitlerinden söz ettiği bölümleri okurken insanın içini daha çok okuma, sözü edilen eserlere tekrar dönüp farklı bir gözle bakma isteği kaplıyor.
Kitapta yer alan yazılardan birkaçı İletişim’den çıkan kitaplarda önsöz olarak yer aldı, bazıları yayınlanan konuşma metinleri ya da yabancı gazete/dergilerde, mesela önemli edebiyat dergisi Paris Review’da yayınlamış ve bunların bu şekilde bir araya gelmesiyle ortaya güçlü bir ‘mana’ çıkıyor.
İlk kez yayınlananlara gelince... Bilgisayarda yapılan neşeli karalamalar ya da gençlik yıllarında yapılmış, Paşabahçe vapurunun dumanının yuvarlana yuvarlana yükseldiğini gördüğümüz bir resim. İlk kez yayınlananlar arasında ‘Kara Kitap’, ‘Kar’ ve ‘Benim Adım Kırmızı’ için yazılmış, ama romanlara girmemiş parçalar, yazarın el yazısı notları önemli. Mesela ‘Benim Adım Kırmızı’da Şeküre’nin çocuklarıyla beraber oturduğu evin planını bile düşünmüş yazar. O plan gerçekten de bir 16. yüzyıl İstanbul evi planı ve doğru bir senaryo yazılması açısından önemli. O senaryonun oluşabilmesi için günlük hayatın hayalini yazarın Osmanlı narh defterlerini tarayarak da oluşturduğunu görüyoruz.
‘Masumiyet Müzesi’ için yapılan müze ziyaretlerinde tutulan notlar, müze için Orhan Pamuk’un bizzat yaptığı çizimler de bunlara eklenince, yazarın nasıl bir emekle bilgi topladığını, gözlem yaptığını, biriktirdiğini ve sonra nasıl bir sabırla o birikimi romana dönüştürdüğünü anlıyoruz. Buna yazarın anlatım becerisi de eklenince, hayranlık uyandıran, dünyanın bambaşka noktalarında, kültürlerinde okunan o eserler ortaya çıkıyor.
Yazar, Nabokov için diyor ki: “Hepimizin bildiği şeyleri şaşırtıcı, hayranlık uyandırıcı, göz yaşartıcı bir kesinlik ve doğrulukla, tam da gerekli yere, bizim aklımıza hiç gelmeyecek şekilde yerleştiriyor.” Aynı şeyi, belki bunlara ‘bilmediklerimizi’ ekleyerek, Orhan Pamuk için de söyleyemez miyiz?
Banu Güven, Radikal, 28 Ağustos.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder