Ara
Krizden etkilenmeyen ekonomi...
"gölgesizler"in muhteşem berber sahnesi... birazdan karşı binada h.a.toptaş belirecek. odama aynı koltuktan kaplattım. filmi hatırlatsın, romanını unutturmasın diye... |
Metin Ercan, Radikal, 30 Aralık
Mahalle memlekettir
"Kan ve İnanç" : PKK ve Kürt Hareketi
Yakup Kadri, siyaseti tahlil
Bugünkü Ankara çok başka, çok farklı bir görünümde. Belki yepyeni romanları gereksiniyor. Öte yandan, bugünkü siyaset ortamında, Yakup Kadri'nin romanındaki kaygılar büsbütün silinmiş mi, yoksa sadece kılık kıyafet, çehre mi değiştirmiş, ayrıca tartışılmaya değer.
Selim İleri, Zaman, 12 Aralık
“Anadolu’dan Geldik..!”
Dr. Serpil Aydos, bu temel sorular eşliğinde, Türkiye’de devlete egemen olan farklı siyasal yaklaşımların barındırdığı tarihsel gerilimleri, süreklilikleri ve değişimleri, film metrajları üzerinden tartışmaya davet ediyor.”
mazruf'a karşı zarf'ı övmek
deyim düşmanlığıdır bir nebze. Zarf'ın mazruf karşısında sürekli atıl bırakılmasına derin ve sakin bir isyan bu şiir kitabı. iki bölümden kurulu: okurken "zarf" bölümüne pek ısınamadım.
"mazruf" kısmı daha çok hoşuma gitti.
elbette kediler saklı içinde...
Yusuf Üçlemesi
'Kemanımla sana bir ses...'
Fatih Özgüven, Radikal, 25 Kasım
karikatürkiye
"konuşmadığımız şeyler var"
Sanal refah tehlikeli olabilir
Naipaul ve bizimkiler
Şaka bir yana: Hoşgörü ile hakaret arasındaki farkı bilmez değilim. Neye, nasıl ve hangi koşullarda hoşgörü gösterileceğini de! Bunu, kimseden öğrenecek değilim. Hakarete karşı protesto, sivil bir haktır. Üstelik bu sivil hakkın, 'birlikte aynı masaya oturmama' gibi, sessiz ve ince bir jestle dile getirilmesinin, yazar dostlarımı, başta elbette Eyüp Can, niçin bu kadar öfkelendirdiğini de anlamış değilim! Ben, bu toplantıya katılacak yazarlara da, 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'na da, Naipaul'un kimliğini hatırlattım;- hepsi o kadar! Protesto etmek ya da etmemek onların bileceği iştir. Nitekim Cihan Aktaş, protesto ederek toplantıdan çekildiğini duyurmuştur. Bence yapılması gereken 'onur'lu yazar davranışı buydu...
Hilmi Yavuz, Zaman, 21 Kasım.
'Beyaz Türkler’ tartışması...
Nuray Mert, Hürriyet, 20 Kasım.
Kur Savaşları...
1
'KUR SAVAŞLARI'NIN EVVELİYATI
Korkut Boratav, Birgün, 26 Ekim 2010.
Ticarî yaptırım şantajlarını, ulusal politikalara müdahaleleri içeren bir ekonomik savaş ortamı oluşmaya başladı. Bu ortamı tartışmadan önce, çalkantının “evveliyatı”nı hatırlatmak ilginç olabilir.
1944’te oluşturulan Bretton Woods sistemi, rekabetçi devalüasyonları önlemeyi hedefledi ve ana kural olarak sabit, değişmeyen döviz kurlarını kabul etti. Dolar da altına bağlanarak dünya parası oldu. Devalüasyon, ancak IMF’nin onayıyla ve istisnaen yapılabiliyordu.
Bretton Woods sisteminin ana kuralları, metropol ekonomiler arasındaki dengesizliklerin baskısıyla 1971-1973 yıllarında değiştirildi. Doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi ve büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. Sistemin patronları arasındaki ilk “kur savaşları” böyle başladı. 1985’te ABD “paralarınızı ucuz tutuyorsunuz” suçlamasıyla Almanya ve Japonya’ya karşı bir “kur savaşı” daha açtı ve Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesini sağladı.
Türkiye gibi çevre ekonomileri ise, büyük patronlar arasındaki “kur savaşları”nın dışında kaldılar. Döviz kuru politikalarını da etkileyen üç farklı dönemden söz edilebilir. Bir süre önce dünya ekonomisinin çevresinde yer alan büyük ülkeler için döviz fiyatlarını ulusal enflasyonla karşılaştıran (ve 1970-1998 yıllarını kapsayan) bir döküm yapmıştım. O bulgular da bu dönemlendirmeye ışık tutuyor.
Sanayileşmeye öncelik veren çevre ekonomileri 1980’e kadar döviz kurlarını değiştirmemeye çalıştılar. Nedeni açıktır: Korumacı, ithal ikameci politikalar uyguluyorlardı. İthalat, mallarda yüksek, stratejik ürünlerde düşük gümrük tarifelerinin yanı sıra kotalarla belirleniyordu. Ayrıca, ithal edilen yatırım mallarını, sanayinin ana girdilerini ucuzlatmak için döviz fiyatlarının enflasyonun gerisinde seyretmesi isteniyordu. Böylece ucuz dövizi hedefleyen kur politikası, sanayileşme politikalarını desteklemiş oluyordu.
1970-1980 yıllarında 51 çevre ekonomisindeki döviz kurlarını fiyat hareketleriyle karşılaştırdığımızda gözlüyoruz ki, ana eğilim dövizin reel olarak ucuzlamasıdır ve bu durum 31 ülke için geçerlidir. 8 ülkede önemli değişme gözlenmemiş; sadece 12 ülke reel devalüasyon gerçekleştirmiştir. Kısacası, döviz kurları, kalkınma stratejilerinin önemli bir aracıdır.
Neoliberalizmin egemenliği, 1980 sonrasında IMF’nin çevre ekonomileri üzerindeki etkilerini hızla artıracaktır. “İthalatı serbestleştirin; ihracata öncelik verin; yerli paranın aşırı değerlenmesine (ucuz döviz rejimine) son verin...” Temel reçete buydu. Kriz ortamlarında IMF heyetleriyle yapılan görüşmelerin ana maddesi, döviz kurlarının hangi oranlarda yükseltileceği (yani devalüasyonun boyutları) olmaktaydı. İthalat kotalarını kaldırır; ılımlı ve yeknesak bir gümrük tarifesine geçerseniz, pahalı döviz ithalatı caydırır; ihracatı kazançlı hale getirir. Yerli üretimin de böylece desteklenmesi umulur; ancak, sektörel önceliklere dayanan bir strateji, dünya piyasalarına, uluslararası fiyatlara teslimiyet nedeniyle tarihe karışır.
1980-1990 arasında 58 çevre ekonomisi için belirlenen reel döviz kuru hareketleri, IMF reçetelerinin yansımasını ortaya çıkarıyor. Bir önceki dönemin aksine, ülkelerin çoğunda (33’ünde) reel devalüasyon geçekleşmiş; reel döviz kuru ucuzlayan (yani stand-by programlarının dışında kalan) ülkeler (15’e inerek) azınlığa düşmüş; 10 ülkede önemli değişiklik olmamıştır.
1989’dan sonra çevre ülkelerinin çoğunda sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kaldırıldı. Yüksek kazanç kovalayan uluslararası finans kapital, bu ülkelerdeki yüksek getirili mevduata, devlet tahvillerine, borsaya aktı. Büyük boyutlu dış kaynak girişleri, döviz fiyatlarını reel olarak ucuzlattı. Ucuz döviz ithalatı pompaladı; ihracatı caydırdı; cari açıkları, dış borçlanmayı körükledi.
1990-1998 yıllarını ve 58 çevre ekonomisini kapsayan bulgular, bu eğilimi doğruluyor. Ana eğilim tersine dönüyor: 28 ülkede döviz reel olarak ucuzluyor; 19 ülkede reel devalüasyon gerçekleşiyor; 11 ülkede önemli değişme gözlenmiyor. Ne var ki bu dönemdeki devalüasyonların büyük çoğunluğu, önceki dönemdeki gibi IMF zorlamalarından veya bilinçli politikalardan kaynaklanmıyor; sermaye hareketlerindeki tıkanmaların yol açtığı finansal krizler nedeniyle, istenmeden gerçekleşiyor.
Türkiye, bu aşamaların hepsini yaşadı. 1960-70’li yılların büyük bölümünde sabit tutulan döviz kurları planlı sanayileşmeyi destekledi. 1979 krizinde Ecevit hükümeti, önceki dönemin edinimlerini korumaya; artan enflasyonun kaçınılmaz kıldığı devalüasyonu IMF önerilerinin altında tutmaya çalıştı. Özal, IMF önerilerini aşan bir devalüasyon gerçekleştirdi; 1980 sonrasında dış ticareti serbestleştirdi ve enflasyonun döviz fiyatlarını aşındırmasını önledi. 1989 sonrasında serbestleşen sermaye hareketleri, dövizi ucuzlatma eğilimini egemen kıldı ve reel devalüasyonlar sadece krizlerin zorladığı yıllarda (1994, 2001, 2009’da) gerçekleşti.
Bugünün “kur savaşları”, geçmişin bu tortusu üzerinde ve yeni öğeler de içererek patlak verdi. İleride tartışmak üzere...
2
KUR SAVAŞLARI: ÜÇÜNCÜ PERDE
Korkut Boratav, Birgün, 2 Kasım 2010.
Son kırk yılda metropol ekonomileri arasında iki “kur savaşı” yaşandı: 1971-1973’te doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi; büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. 1985’te ise Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesi sağlandı. Bu iki “kur savaşı” Amerikan ekonomisini (özellikle ucuz ithalatın sarstığı sanayi kollarını) korumak amacıyla başlatıldı, sonuçlandırıldı.
Sonraki yıllarda Amerika, sanayi üretiminin önemli bölümlerini ucuz emek coğrafyalarına taşıdı. 2000 sonrasında dış açıklar hızla büyüdü ama ABD yöneticileri bunu bir sorun olarak görmediler. Zira Amerikan toplumu bu sayede olanaklarının, kaynaklarının çok üstünde tüketme, harcama imkânını bulmuştu. Astronomik dış açıklara katkı yapan döviz kurları da bir “ekonomik savaş” konusu olarak algılanmadı.
Ancak, aynı durum ekonominin balonlaşmasına da yol açacaktı. Balon patlayıp uluslararası krize yol açınca algılamalar değişti; Amerika “kur savaşları”nın üçüncü perdesini açtı. “Küresel dengesizlikler”in hafifletilmesi için ABD’nin (en başta Çin’e karşı verdiği) astronomik açıkları aşağı çekilmeliydi. Ucuz ithalatın yerli üretimi tehdit etmesi önlenmeliydi. Ve özellikle Çin Amerika’dan ithalatını artırmalıydı. Çin parasının (renminbi veya yuan’ın) değerlendirilmesi bu nedenle istendi. Yuan’ın değerlenmesi, Amerika’nın Çin’e karşı devalüasyon gerçekleştirmesi anlamına gelecektir. Ayak dirediği için Çin, ABD Kongresi tarafından “para manipülasyonu yapan ülke” olarak yaftalandı ve olası ekonomik yaptırımların kapısı aralandı.
Dolar ile yuan arasındaki “kur savaşı”nda, Çin’in hareketsiz kalması, Amerika’yı da karşı hamlelere yönlendirdi. ABD Merkez Bankası (FED), para politikası yoluyla doların değerini aşağıya çekebilir ve belli bir noktadan sonra yuan’ın dolardan kopması, değerlenmesi kaçınılmaz olabilir. Kriz sonrasında sıfıra yakın faiz ve piyasaya pompalanan yüksek likiditeye rağmen Çin dolar rezervlerini artırarak yuan’ın değerlenmesini önleyebildi. Şimdi, “parasal gevşeme”nin ikinci aşamasına (buna QE2 diyorlar) geçilmek üzeredir. Roubini’nin tahminine göre FED altı ayda 600 milyar ile 1.5 trilyon dolar arasında devlet tahvili satın alacak; böylece hem uzun vadeli faizleri de sıfıra yaklaştıracak; hem de doların değerini aşağıya çekecektir. Bir anlamda “para basarak borç ödeme” (“monetizasyon”) cürmünü işlemiş olacaktır; ama, emperyalist sistemin patronunun bu kadar ayrıcalığı elbette vardır.
Çin FED’in pompalayacağı likiditeyi satın alarak dolar/yen kurunun değişmesini önleyebilir mi? Roubini’nin ek likidite tahmini doğru çıkarsa, Çin bu tür bir işlemi ancak dolar rezervlerini iki misli artırarak gerçekleştirebilir. Bu hacimde bir operasyonun Çin ekonomisini istikrarsızlığa (en başta enflasyona) sürüklemesi kaçınılmazdır. Çinli yetkililer, dolar pompalanmasına dayanan “kur savaşı” hamlesini tedirginlikle karşılamaktadırlar.
“Kur savaşları”nın üçüncü perdesinin merkezinde, böylece dolar/yuan gerilimi (ayrıca avro ile birlikte) yer alıyor.
Çevre ekonomileri ise bu oyunun figüranlarıdır: Oralardaki baş ağrısı, yerli paraların (real’in, wong’un, rupi’nin, TL’nin) aşırı değer kazanmasına (dövizin ucuzlamasına) yol açan çok yüksek tempolu dış kaynak girişlerinden kaynaklanıyor. Bu ortam rekabet gücünü baltalamakta; menkul varlıklarda yeniden balonlaşmaya yol açmakta; sermaye hareketlerinin yavaşlaması, durması halinde finansal kriz risklerini artırmaktadır.
Amerikalı bir iktisatçı, Michael Hudson, çevre ekonomilerinin karşılaştığı durumu bir soru sorarak ortaya koyuyor: “ABD bankalarını ve müşterilerini %1’in altında bir faiz maliyetiyle borçlanarak, dünyada var olan tüm tahvilleri, hisse senetlerini ve diğer varlıkları, değer artışı ve spekülatif (arbitraja dayalı) kazanç beklentileriyle satın almaktan alıkoyan herhangi bir şey var mıdır?”
Sıfıra yakın bir maliyetle borçlanan rantiyeler için spekülatif (arbitraja dayalı) kazançların şahı, bugünlerde çevre ekonomilerindedir. Bu kazançlar, yerli fiyatlı (yani TL, real, wong üzerinden) faiz, borsa getirilerinin dövize dönüştürülmesinde ortaya çıkar. Yüksek oranlı yerli getiriler, dövizin ucuzlamasıyla daha da yükselir ve metropolden çevreye “carry trade” (“taşıma suyla spekülasyon”) denilen sıcak para akımlarını tırmandırır. Kendi kendini besleyen (dövizi daha da ucuzlatan) bir kısır döngü böylece oluşmuş olur. ABD Merkez Bankası, “parasal gevşeme”nin ikinci aşamasına geçerek yangına körükle katkı yapmak üzeredir.
“Döviz savaşları”nın figüranları (yani, Brezilya, Kore gibi dış fazla veren çevre ekonomileri) bu fırtınaya karşı direnme yöntemlerini arıyorlar; IMF’nin de onayıyla sıcak para girişlerini ve dolayısıyla dövizlerin reel olarak ucuzlamasını frenlemeye çalışıyorlar.
Türkiye hariç… Zira, kronik cari açıklar, canlanma konjonktüründe dört nala tırmanmakta; sıcak-serin; kayıtlı-kayıtsız dış kaynak girişleri arasında ayrım yapabilme “lüksü” söz konusu olmamaktadır.
“Seçime kadar aman bol döviz… Sonrası Allah kerim…” Ekonomi yönetiminin ana çizgisi bu olunca, Türkiye’nin “kur savaşları”na karşı koyan cephede yeri yoktur.
Atatürk Heykelleri
Nash dengesi değil, Pareto çözümü!
Ailesini Anlatan Şehir...
BEYOĞLU’NDA FISILTILAR
David Boratav
Çeviren: Aysel Bora
Can Yayınları
2010, 344 sayfa
Kaya Genç, "Radikal Kitap" için romanın yazarı ve babasıyla röportaj yapmış...
David Boratav'ın Fransa'da ilk romanlara verilen Gironde Ödülü'nü alan 'Beyoğlu'nda Fısıltılar' kitabı, hem yazarın dedesi Pertev Naili Boratav'ın hayatına hem de modern Türkiye'nin tarihine farklı ve samimi bir bakış atıyor.
David Boratav’ın ‘Beyoğlu’nda Fısıltılar’ kitabını elinize aldığınızda bunun bir aile tarihi olduğunu düşünebilirsiniz. Ne de olsa kapaktaki isim, Türkiye’de folklor ve halk edebiyatının önde gelen araştırmacısı, etnolog ve dünyaca ünlü Nasrettin Hoca uzmanı Pertev Naili Boratav’ın torununa ait. İnsan bu durumda doğal olarak, yazarın babası (Pertev Naili Boratav’ın oğlu) Murat Boratav’ın on bir yaşında doğduğu ülke olan Türkiye’den Paris’e göç edişini ve burada alışmaya çalıştığı yeni hayatı kadar Türkiye siyasetinin komünizm düşmanı ‘merkez’ partisi CHP tarafından kapatılan (ve Boratav’ın başkanı olduğu) Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Halk Edebiyatı kürsüsünün öyküsünü merak ediyor. Ancak sayfaları çevirmeye başladıkça bunun Nabokov usulü bir postmodern metin olduğunu fark ediyorsunuz: Borges’in Zahir isimli öyküsünden etkilenen romancı, insanın bir defa gördükten sonra hayatı boyunca aklından çıkaramayacağı bir metin kurgulamış ve uykusuzluk sorunu çeken orta yaşlı kahramanına, kitabın başında ölen babasına ait bu metni bulması için ‘hayali bir görev’ vermiş. Fransa’da Gallimard yayınevinin en saygın serisinde (Blanche) yayımlanan kitap hakkında konuşmak için yazar David Boratav ve ilk başta (yanıltıcı biçimde de olsa) bizzat romanın kahramanı gibi görünen babası Murat Boratav’la buluştuk.
Bu kitabın kahramanı bir bakıma sizsiniz, öyle değil mi?
Murat Boratav: Tam olarak öyle demezdim. Kitabın kahramanı benim kuşağımdan biri. Bir başka ortak noktamız, ikimizin de erkek olması. İkimizin de çocukluğu 1950‘lerde geçmiş, sonra Fransa’ya gelmişiz. Ortak noktalarımız bundan ibaret. Ben kitabın kahramanı gibi Londra’da yaşamadım, istatistik eğitimi almadım. Ama romancı böyledir, ailesine, insanlara bakar, sonra tüm bunlar onun beynine nüfuz eder, birbirine karışır, dışarıya bir roman çıkar.
David Boratav: Kitabı yazarken başlangıç noktam bir kişinin veya bir grup insanın hayatı değil, İstanbul’la ilgili bir şeyler yazmak istememdi. İstanbul’la yaşadığım ilişki üzerine bir roman yazmayı istiyordum. Gerçek İstanbul’un benim kitabımdaki İstanbul olduğunu iddia etmiyorum ama benim yaşadığım İstanbul buydu. Bana pek çok şey veren bu şehre armağanımdır bu kitap. Hayatımdaki bu şehirle kurduğum takıntılı ilişkinin belirlediği dönemi kapatmak istedim. Herkes bilir ki, bir yazarın bir takıntıdan kurtulmasının en iyi yolu, o takıntı hakkında yazmasıdır. Kitap yazılınca takıntıdan kurtulabilirsiniz, artık başka şeylere geçebilirsiniz.
Kitap yanıltıcı biçimde bir aile tarihi gibi başlıyor ancak kısa sürede Nabokov usulü postmodern bir takip öyküsüne dönüşüyor.
David Boratav: Yazarken aklımda herhangi bir teori yoktu. Ama Nabokov’u çok sevdiğim, onun metinle oynama biçimlerini, kitaplarındaki metinlerarasılığını çok önemsediğim de bir gerçek. Bu kitapla beni çok etkilemiş ve edebiyatta en iyiyi hayal etmemi sağlamış bir yazara şapka çıkartmış oldum. Bir kitapta biçim dediğimiz şey benim için çok önemli. Kitabın ikili bir yapısı var: Bir çocuk İstanbul’u terk ediyor ve yetişkin bir adam İstanbul’a geri dönüyor... Bu ikili yapıdan oluşan makineyi bulunca, “Tamam, işte romanım budur!” dedim. Daha önce roman yazmamıştım. Önce romanın biçimini buldum, sonra üslup geldi. Bu olağanüstü bir durumdu çünkü Nabokov’un da aralarında olduğu pek çok yazar, en önemli olanın yapı olduğunu söylerler, gerisi öyküyü yazmaktır derler. Kolay değildi, yıllar aldı ama bu şekilde oldu.
Siz kitabı ne zaman okudunuz?
Murat Boratav: Kitabı yayımlanmadan önce okumadım. Gerçekte, bir kopyasını yayıncıya göndermeden önce David annesinden kitabın fotokopisini çekmesini istedi ama “Fotokopileri sakın okumayın!” dedi. Bir gün elinde bir paketle geldi, annesinin doğum günüydü. Aynı zamanda evlilik yıldönümümüz... Kitabı iş işten geçtikten sonra, yayımlandığında keşfettik yani. Benim kitabın cep edisyonu yayımlanırken Türkçe kısımlarda ufak düzeltmelerim oldu. Şaşırtıcıydı, o burada olduğu için böyle demiyorum, güzel bir sürpriz yaşadık. Kitabın tarzı, sesi önemlidir; bazı çok iyi yazarların romanlarını okurken bile o kadar çok klişeyle karşılaşırsınız ki siniriniz bozulur. Oysa David bunlardan kaçınmayı başarmış. Bir ilk roman için üslubu çok başarılı.
Kitabın İstanbul’a bakışı oldukça karanlık. Sizin, Flaubert ve diğer Fransız romantik dönem yazarlarının İstanbul üzerine yazdıklarından ne ölçüde etkilendiğinizi merak ediyorum.
David Boratav: Kitabın yapı taşlarından, karakterlerin psikolojisini ve vizyonunu yaratırkenki en önemli yanlardan biri, bu bahsettiğiniz oryantalist bakış açısıydı. Benim karakterim, Fransa’da okullarda öğretilen bu tür oryantalist yaklaşımlarla alay ediyor. Elbette günümüzde Fransa’da öğrencilere İstanbul’un Pierre Loti versiyonunun öğretildiğini söylemek istemem ama orta yaşlı karakterimin çocukluğunda bu oluyordu. Lisede bir hafta boyunca doğuya giden isimlerin yazılarını okuyup resimlerine bakıyordunuz. Geçmişte dünyanın uzak kısımlarını görmenin başka bir imkânı yoktu. Oryantalizmde elbette pek çok klişe var ama eskiden kimse bunların klişe olduğunu bilmiyordu çünkü ellerinde gerekli araçlar yoktu. Fransız edebiyatının önemli bir bölümü bu döneme nostaljiyle bakar. Karakterim, bu bakış açısının daha önemli olduğu bir döneme ait. Ama onun bakış açısının karanlık oluşunun bir sebebi, hasta olması, hayatındaki sorunları. Ölen babasına ait olan, kendisinin çok da önemsemediği bir şiir için İstanbul’a dönüyor. İnsanın çok önem vermediği bir şey sayesinde yaşadığı değişim, bana önemli geliyor. Ben başından itibaren karakterimi sevdim, Lolita’nın kahramanı Humbert Humbert’ı da ne kadar sevimsiz olsa da en sonunda severiz ve onun için duygulanmadan edemeyiz.
Murat Boratav: Bakış açısının karanlık olmasının sebeplerinden biri de, Beyoğlu’nda Fısıltılar’da önemli yer tutan İstanbul depremi. Ama bir yandan da kitaptaki İstanbullu karakterlerin kesinlikle karanlık tipler olmadığına dikkat çekmek isterim. Çok sempatikler, diğer insanlara çok açıklar ve şehrin potansiyel ziyaretçilerine kitabın mesajı, İstanbul’un ve orada yaşayanların çok renkli olduğu. Roman, okura “Gidin, tanışın onlarla!” diyor.
Kitabı dünyanın bu tarafı için karanlık geçen günlerde, 11 Eylül’den bir ay, 17 Ağustos 1999 depreminden iki yıl sonra yazmaya başladınız. Bu siyasi-toplumsal olaylar bakış açınızı etkiledi mi?
David Boratav: 11 Eylül 2001’de Ankara’daydım. Herkes o gün nerede olduğunu hatırlar, ben amcamın evinde, oturma odasındaydım. Türkçe dersimden yeni gelmiştim, kuzenim aradı, “Ne olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben kitabımı yazmakla uğraşıyordum, sonra bu olay oldu. Bir bakıma beni özgürleştirdi. Yapmak istediğim şeye yönelik spontane olmayan yaklaşımımdan beni azat etti. Yolculuğum sırasında Afganistan’ın işgalini ve Irak’a yönelik saldırıları tanıştığım insanlardan öğrendim. Kitabımda da yer verdiğim bir imamla tanıştım; Konya’da dedemin ders verdiği liseyi arıyordum, yolda kaybolmuştum. İmam beni aldı, birlikte oturup Fanta içerek iki saat sohbet ettik. Bir yandan vaaz veriyor gibiydi ama bir yandan da bir diyalogdu bu. Yanımızda, yine kitaba koyduğum bir çocuk vardı, çok yürümekten aşınmış ayakkabılarımı tamir etti. Bu ayakkabıları yolculuğum bitip Paris’e döndüğümde çöpe attım. Ama şimdi “Keşke o ayakkabıları saklayıp tuttuğum not defterlerini çöpe atsaymışım!” diyorum.
Babanızla ilgili bir roman okumak nasıl bir deneyimdi?
Murat Boratav: Babam, kitabın hemen başında ölüyor. Sonra bir tür hayalet olarak kitapta geziniyor. Onun yazdığı gizemli şiir hakkında bir bölüm var mesela; gerçekte babam hiç şiir yazmadı. Bana kalırsa David kitaba dedesiyle ilgili fikirlerini, hayallerini, hislerini koymuş. Kitaptaki amca karakteri ise Ağustos ayında kaybettiğimiz Müeyyet Boratav’dan yola çıkılarak yazılmış. Müeyyet Boratav çok tatlı, ilginç biriydi, hayatının yarısını insanları ücretsiz olarak tedavi etmeye adamış bir doktordu.
Kitapta babanızın Türkiye devletiyle yaşadığı gerilimler ve sorunlar, bir çocuğun babasına yönelik merak duygusuyla bütünleşerek anlatılıyor.
Murat Boratav: Bakın, ben babamın solcu arkadaşlarının oluşturduğu bir çevrede büyüdüm, bunların bazıları hapse girdi. Babamın Fransa’ya gitme sebebi neydi? Bir davada yargılanıp mahkûm olmamasına karşın üniversitedeki işinden olmuştu, ona para vermiyorlardı. On bir yaşımda Türkiye’den ayrıldım, o yaşta insanın politik bilinci olmuyor ama o dönem Ankara’da ortamın çok sıcak olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Sonra Paris’e gittik, orada Türkiye’den gidenlerin oluşturduğu çevre ufaktı ve daha çok sanat ve kültürle ilgiliydi. Zaten şunu belirtmek isterim: Babam siyasetle doğrudan ilgilenen biri değildi. Elbette siyasi fikirleri vardı, mesela siyasi kararlarla üniversitenin ona “Dersinde şunları okut, bunları okutma,” demesinden hoşlanmazdı. Ama gündelik siyasetten hoşlanmazdı. Fransa’da da en iyi arkadaşları Abidin Dino, Avni Arbaş gibi ressamlardı. Benim Paris günlerim ise bambaşka bir öyküdür çünkü oradaki önceliğim hayatta kalmak, okula uyum sağlamaktı...
David Boratav: Baba, bunları bana daha önce hiç anlatmamıştın, doğrusu şaşırdım! Bence bir çocuğun babasıyla ilişkisinde hep bu tür gizemli bir yan var. Baba sert biriyse çocuk onu bir heykel gibi görür ama sevecen biriyse de yine onu hep yukarılara bir yere koyar. Bence bu, evrensel bir gerçek.
Pertev Naili Boratav elbette kitapta bir ‘öykü anlatıcısı’ olarak beliriyor.
Murat Boratav: David kitapta bundan çok bahsetmiyor ama babam Nasrettin Hoca konusunda dünyaca ünlü bir uzmandı. Nasrettin Hoca’ya dair binlerce hikâye bilirdi. Sonra Paris’te bir olay yaşardı ve bize, “Gelin bakalım, aklıma bir Nasrettin Hoca öyküsü geldi, size anlatayım” derdi. Oturup dinlemeye başlardık. Bu, aynı hikâyeyi 20. veya 30. defa dinleyişimiz olurdu. Kendisi dışında kimse hikâyeye gülmezdi, zaten daha hikâyenin ortasında gülmeye başlardı. Herkes ona “İyi güzel de, biz bunu yüzlerce defa dinledik!” derdi. David’in yazar olmasının arkasındaki etmenlerden biri de duvardan duvara kütüphanelerle dolu bir evde doğup yetişmiş olmasıdır. Yedi sekiz yaşındayken nasıl kitaplar okuduğumuzu hatırlıyorum. Şimdi bir çocuğa yılda bir kitap okutmak bile çok zor. Bu özellikler babamdan geliyor.
David Boratav: Dedemi romanda temsil etmek benim için bir ‘challenge’ değildi. Onun torunu olmak bir ayrıcalık ve bunu hayatımın çok ilerki bir döneminde keşfettim. Küçükken o benim için ‘çalışkan, tatlı dedem’di; haftasonları görürdüm onu, çay içerdik, komik öyküler anlatırdı ama bu kadar önemli biri olduğunu Türkiye’de keşfettim. Ben o hâlâ hayattayken, 20‘li yaşlarımda yazar olma hayalleri kuruyordum ve yazıyordum, onun varlığı romancı olmamı kolaylaştırdı. O bir hikâye anlatıcısı ve hikâye toplayıcısıydı, göçebe bir hayatı oldu. Onu hikâyeye koymak çok kolaydı, tam da hayatı yüzünden buna çok uygundu..
Karakterin Türkiye’deki yaşantısı, 6-7 Eylül 1955’de sağcı Adnan Menderes hükümetinin politik hesapları sonucunda yaşanan olaylarla son buluyor. Demokrat Parti döneminde yaşanan bu olayları Türkiye tarihinin bir tür Kristallnacht’ı olarak mı değerlendiriyorsunuz?
David Boratav: 6-7 Eylül olaylarının mahiyeti benim için çok açıktır, bu konuda çok araştırma yaptım. Türkiye’de Ermeni, Hıristiyan ve Musevilere yönelik bu ayaklanma, Türkiye’de bir dönemin sonuydu. Bu olaylada ilgimi çeken şeylerden biri, 6-7 Eylül’ün gerçekte spontan bir ayaklanma değil, organize bir hareket oluşu. Devlet bunu organize etti ve bu tür yönlendirmeler günümüz Türkiye siyasetinde hâlâ görebildiğiniz şeyler. Kahramanlarım farklı kültürlerle dinlerin birlikte yer aldığı hayali bir mahalde yaşıyorlar ama ben inanıyorum ki 6-7 Eylül olaylarından önce İstanbul’da böyle çok mahalle vardı. Bu bütünüyle yok edildi. Evet, bunu bir tür Kristallnacht olarak görmek mümkün. Tabii arada farklar da var...
Murat Boratav: Fransa’ya gittikten birkaç yıl sonra babam bana tatillerde meşgul olmam için iyi bir arkadaşının yanında çalışmamı önerdi. Bu mücevherciye birkaç hafta boyunca yardımcı oldum, Türkiyeli bir Ermeni’ydi, olaylardan sonra Fransa’ya taşınmıştı. Ailem dışında orada tanıştığım ilk insanlardan biriydi. Ben Türkiye’deki çocukluğumda gittiğimiz İzmir’i mesela bütün kültürlerin birlikte yaşadığı bir yer olarak hatırlıyorum.
David Boratav: Tabii ki babam 6-7 Eylül olaylarından önce ülkeden ayrılmıştı. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki, kitapta anlatıldığının aksine, babam ve dedem hayatlarının büyük bölümünü Ankara’da geçirdi, İstanbul’da değil. İzmir ve İstanbul’a ise sadece tatillerde gelirlerdi. Kitabımda bir romancı numarası çekerek bunu değiştirdim.
Beyoğlu’nda Fısıltılar’ın bir ‘anahtar roman’ (roman a clef) olarak okunma tehlikesi olduğunun farkında mısınız? İstanbul Modern’e büyük bir para bağışlayan, ülkenin dev sanayicilerinden birinin oğlu olan güncel sanat meraklısı bir karakter var mesela...
David Borav: Bu eğer bir anahtar romansa, ki öyledir, bu anahtarı Boğaz’a attığımı söylemem gerekiyor. Gidip anahtarı Boğaz’da arayın! Bir noktada karakterler benim kontrolümden çıktı. Kahve eşliğinde sohbet eden Cihangir tayfasına malzeme verdim, “Acaba bu karakter kim?” diyorlar, böylece güzel zaman geçiriyorlar. Zaten bence bir romanın bakış açısı tam da bu olmalı. Hayalgücünü harekete geçirmeli, şeylere yeni bir açıdan bakmamızı sağlamalı, bizi kendi gerçekliğimizden çıkarmalı ve yeni bir biçimde aydınlatmalı.
‘Dedemin yıllar önce yaşadığı ülkeydi burası’
David Boratav: Her şey 2001 yılında Türkiye’ye yaptığım bir seyahate dair hatıralarımı yazacağım bir kitap fikrinden doğdu. Dedem Pertev Naili Boratav’ın yıllar önce yaşadığı ülkeydi burası. Buradaki insanların ne kadar cömert ve yardımsever olabileceklerini bilmiyordum. Anadolu’da tek kuruş harcamadan hayatta kalabilir insan, bunu gördüm. Ben İngiliz gezi yazarı Bruce Chatwin’e büyük bir hayranlık besliyorum. Takıntılı biçimde okuduğum bir yazardır ve hatta “Ben Bruce Chatwin olmak istiyorum” derdim. Onun yöntemlerini uygulayarak yazdım.