Ara

Kur Savaşları...

Adı şakayla karışık "G-2"ye dönüşen G-20 Zirvesi öncesinde en çok tartışılan konu, ABD ve Çin miğferli "kur savaşları"ydı. Bu "savaş"ın diğer para birimleri ve merkez-çevre-yarı çevre ekonomilerine olası etkileri düşünülüyordu.

Türkiye ekonomisinin "büyük resesyon" sırasında ve sonrasında izlediği ekonomi yönetimini yere göğe sığdıramayanlar, gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda bize övgü düzenler, "teğet" mitosunu da aşıp, kriz savaşlarında Türkiye'nin belirleyici bir aktör olarak devreye girebileceğini bile iddia edebildiler. Son olarak, Cumhurbaşkanımız, gelişmekte olan "BRIC" (Brezilya-Rusya-Hindistan-Çin) ülkeleri kısaltmasına T'nin ekleneceği günlerin ufukta göründüğünü "müjdeledi".

Birçok eski bürokrat, finansçı, köşe yazarı, düşünce kuruluşu ve kurum, benim gibi iktisat cahili olup da güncel gelişmelerin altını çize çize iktisada yanaşmayı deneyenlere "kur savaşları" konusunda göz açıcı bilgiler, gözalıcı istatistikler sundu. Sanırım küresel finans krizi sonrasında Türkiye'deki en ayrıntılı tartışmalardan biri, kur savaşları üzerinden döndürüldü.

Finans krizi üzerine görece başarılı bir entelektüel ve ekonomi politikası tartışması yürütebilmiş basınımız, kur savaşları konusunda da lâl kalmadı. Şaka değil, özellikle ekonomi ve maliye uzmanı köşe yazarlarımız, siyaset ve diplomasi sayfalarından çok daha verimli yorumlar yaptılar şu son bir buçuk senede... Kurumların verileri ve önerileri (özellikle TCMB raporları) iktisadi krizin açtığı derin siyasal yaraları çok başarılı bir üslupla siyasal iktidara fısıldadı.

(Keşke kriz dönemlerinde özerk kurumların, üst kurulların, think-tank'lerin, etkin stk'ların ve bankaların hükümetle ilişkilerini söylem incelemesi üzerinden çalışan bir tez olsa..? Bu konuda Caner Bakır'ın Merkez Bankası tarihi hakkındaki çalışmalarından çok faydalandım, devamını dilerim.)

Neyse, TCMB, kur konusundaki direnişlerinin siyasal arka planını, raporlarına ustaca yedirdi. Ekonomi şerhleri, referandum öncesindeki İhracatçılar Meclisi-Hükümet ittifakına dair son derece ince tarizler barındırdı.

Bu gibi kurum, kuruluş ve basın kaynaklı çalışmalardan; küresel çözüm üretecek pozisyonda bir ülke olmadığımız, kendimizi abartmaya hiç gerek olmadığı sonucunu çıkarıyorum. Türkiye'yi pohpohlayıp özel sayı ve kapak yapan yabancı dergiler, sırf bu yayınlarından ötürü, Türkiye'ye ayırdıkları sayfalardan daha geniş biçimde Türkiye medyasında yer buluyor. Ne oksidental bir matbuatımız var, ne üzücü! 

Üzücü olan diğer başlık, çevre ve yarı-çevre ekonomileri içinde bile Türkiye'nin büyüme-gelişme efsanelerinin karşılaştırmalı ve tarihsel olarak çok da anlamlı olmadığının ortaya konması. Korkut Boratav'ın aşağıdaki 3 yazıdan oluşan dizisi, bu karşılaştırmalı politik-ekonominin nitelikli bir uyarlaması...




1

'KUR SAVAŞLARI'NIN EVVELİYATI


Korkut Boratav, Birgün, 26 Ekim 2010.

Geçenlerde Brezilya Maliye Bakanı Guido Mantega, rekabet gücünü artırmak için para değerlerini zayıflatan ülkelerin “uluslararası bir kur savaşı” başlattıklarını ileri sürdü. İfade tuttu ve “kur savaşları” tartışması alevlendi.

Ticarî yaptırım şantajlarını, ulusal politikalara müdahaleleri içeren bir ekonomik savaş ortamı oluşmaya başladı. Bu ortamı tartışmadan önce, çalkantının “evveliyatı”nı hatırlatmak ilginç olabilir.
Ulusal paranın değerini düşürmek (devalüasyon), uluslararası ticarette rakiplerine karşı üstünlük kazanmak için uygulanır. Buna “dövizi pahalılaştırmak” da diyebiliriz. Devalüasyonun etkili olması için döviz fiyatlarının enflasyondan arındırılmış olarak pahalılaşması gerekir. Yani, Türkiye’de ve rakiplerimizde enflasyon aynı oranda (diyelim yüzde 5 oranında) seyrederken, doların fiyatı yüzde 10 artırılırsa gerçek (“reel”) bir devalüasyon yapılmış olur. Böylece ithalat pahalılaşır; ihracat çekici hale gelir. Rakiplere karşı üstünlük getirdiği için devalüasyonlara, bazen “komşuyu yoksullaştırmak” yöntemi de denir.

1944’te oluşturulan Bretton Woods sistemi, rekabetçi devalüasyonları önlemeyi hedefledi ve ana kural olarak sabit, değişmeyen döviz kurlarını kabul etti. Dolar da altına bağlanarak dünya parası oldu. Devalüasyon, ancak IMF’nin onayıyla ve istisnaen yapılabiliyordu.

Bretton Woods sisteminin ana kuralları, metropol ekonomiler arasındaki dengesizliklerin baskısıyla 1971-1973 yıllarında değiştirildi. Doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi ve büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. Sistemin patronları arasındaki ilk “kur savaşları” böyle başladı. 1985’te ABD “paralarınızı ucuz tutuyorsunuz” suçlamasıyla Almanya ve Japonya’ya karşı bir “kur savaşı” daha açtı ve Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesini sağladı.

Türkiye gibi çevre ekonomileri ise, büyük patronlar arasındaki “kur savaşları”nın dışında kaldılar. Döviz kuru politikalarını da etkileyen üç farklı dönemden söz edilebilir. Bir süre önce dünya ekonomisinin çevresinde yer alan büyük ülkeler için döviz fiyatlarını ulusal enflasyonla karşılaştıran (ve 1970-1998 yıllarını kapsayan) bir döküm yapmıştım. O bulgular da bu dönemlendirmeye ışık tutuyor.

Sanayileşmeye öncelik veren çevre ekonomileri 1980’e kadar döviz kurlarını değiştirmemeye çalıştılar. Nedeni açıktır: Korumacı, ithal ikameci politikalar uyguluyorlardı. İthalat, mallarda yüksek, stratejik ürünlerde düşük gümrük tarifelerinin yanı sıra kotalarla belirleniyordu. Ayrıca, ithal edilen yatırım mallarını, sanayinin ana girdilerini ucuzlatmak için döviz fiyatlarının enflasyonun gerisinde seyretmesi isteniyordu. Böylece ucuz dövizi hedefleyen kur politikası, sanayileşme politikalarını desteklemiş oluyordu.

1970-1980 yıllarında 51 çevre ekonomisindeki döviz kurlarını fiyat hareketleriyle karşılaştırdığımızda gözlüyoruz ki, ana eğilim dövizin reel olarak ucuzlamasıdır ve bu durum 31 ülke için geçerlidir. 8 ülkede önemli değişme gözlenmemiş; sadece 12 ülke reel devalüasyon gerçekleştirmiştir. Kısacası, döviz kurları, kalkınma stratejilerinin önemli bir aracıdır.

Neoliberalizmin egemenliği, 1980 sonrasında IMF’nin çevre ekonomileri üzerindeki etkilerini hızla artıracaktır. “İthalatı serbestleştirin; ihracata öncelik verin; yerli paranın aşırı değerlenmesine (ucuz döviz rejimine) son verin...” Temel reçete buydu. Kriz ortamlarında IMF heyetleriyle yapılan görüşmelerin ana maddesi, döviz kurlarının hangi oranlarda yükseltileceği (yani devalüasyonun boyutları) olmaktaydı. İthalat kotalarını kaldırır; ılımlı ve yeknesak bir gümrük tarifesine geçerseniz, pahalı döviz ithalatı caydırır; ihracatı kazançlı hale getirir. Yerli üretimin de böylece desteklenmesi umulur; ancak, sektörel önceliklere dayanan bir strateji, dünya piyasalarına, uluslararası fiyatlara teslimiyet nedeniyle tarihe karışır.

1980-1990 arasında 58 çevre ekonomisi için belirlenen reel döviz kuru hareketleri, IMF reçetelerinin yansımasını ortaya çıkarıyor. Bir önceki dönemin aksine, ülkelerin çoğunda (33’ünde) reel devalüasyon geçekleşmiş; reel döviz kuru ucuzlayan (yani stand-by programlarının dışında kalan) ülkeler (15’e inerek) azınlığa düşmüş; 10 ülkede önemli değişiklik olmamıştır.

1989’dan sonra çevre ülkelerinin çoğunda sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kaldırıldı. Yüksek kazanç kovalayan uluslararası finans kapital, bu ülkelerdeki yüksek getirili mevduata, devlet tahvillerine, borsaya aktı. Büyük boyutlu dış kaynak girişleri, döviz fiyatlarını reel olarak ucuzlattı. Ucuz döviz ithalatı pompaladı; ihracatı caydırdı; cari açıkları, dış borçlanmayı körükledi.

1990-1998 yıllarını ve 58 çevre ekonomisini kapsayan bulgular, bu eğilimi doğruluyor. Ana eğilim tersine dönüyor: 28 ülkede döviz reel olarak ucuzluyor; 19 ülkede reel devalüasyon gerçekleşiyor; 11 ülkede önemli değişme gözlenmiyor. Ne var ki bu dönemdeki devalüasyonların büyük çoğunluğu, önceki dönemdeki gibi IMF zorlamalarından veya bilinçli politikalardan kaynaklanmıyor; sermaye hareketlerindeki tıkanmaların yol açtığı finansal krizler nedeniyle, istenmeden gerçekleşiyor.

Türkiye, bu aşamaların hepsini yaşadı. 1960-70’li yılların büyük bölümünde sabit tutulan döviz kurları planlı sanayileşmeyi destekledi. 1979 krizinde Ecevit hükümeti, önceki dönemin edinimlerini korumaya; artan enflasyonun kaçınılmaz kıldığı devalüasyonu IMF önerilerinin altında tutmaya çalıştı. Özal, IMF önerilerini aşan bir devalüasyon gerçekleştirdi; 1980 sonrasında dış ticareti serbestleştirdi ve enflasyonun döviz fiyatlarını aşındırmasını önledi. 1989 sonrasında serbestleşen sermaye hareketleri, dövizi ucuzlatma eğilimini egemen kıldı ve reel devalüasyonlar sadece krizlerin zorladığı yıllarda (1994, 2001, 2009’da) gerçekleşti.

Bugünün “kur savaşları”, geçmişin bu tortusu üzerinde ve yeni öğeler de içererek patlak verdi. İleride tartışmak üzere...


2

KUR SAVAŞLARI: ÜÇÜNCÜ PERDE

Korkut Boratav, Birgün, 2 Kasım 2010.

Geçen hafta bu köşedeki açıklamayı hatırlatalım: Döviz fiyatlarını enflasyonu aşacak oranda pahalılaştırmak (farklı bir ifadeyler yerli paranın devalüasyonu), uluslararası rekabet gücünü artırmak için kullanılır. Reel ücretleri düşürerek veya verimi yükselterek de rekabet gücü artırılabilir. Devalüasyon ise aynı sonucu sadece rakiplere (komşulara) “kazık atarak” gerçekleştirdiği için “komşuları yoksullaştırmak” yöntemi diye de anılır. Bu olupbittiyi “komşular” sineye çekmezlerse, bir dizi rekabetçi devalüasyon gündeme gelebilir. Bugünlerde bu gerilimli sürece “kur savaşları” deniliyor.

Son kırk yılda metropol ekonomileri arasında iki “kur savaşı” yaşandı: 1971-1973’te doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi; büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. 1985’te ise Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesi sağlandı. Bu iki “kur savaşı” Amerikan ekonomisini (özellikle ucuz ithalatın sarstığı sanayi kollarını) korumak amacıyla başlatıldı, sonuçlandırıldı.

Sonraki yıllarda Amerika, sanayi üretiminin önemli bölümlerini ucuz emek coğrafyalarına taşıdı. 2000 sonrasında dış açıklar hızla büyüdü ama ABD yöneticileri bunu bir sorun olarak görmediler. Zira Amerikan toplumu bu sayede olanaklarının, kaynaklarının çok üstünde tüketme, harcama imkânını bulmuştu. Astronomik dış açıklara katkı yapan döviz kurları da bir “ekonomik savaş” konusu olarak algılanmadı.

Ancak, aynı durum ekonominin balonlaşmasına da yol açacaktı. Balon patlayıp uluslararası krize yol açınca algılamalar değişti; Amerika “kur savaşları”nın üçüncü perdesini açtı. “Küresel dengesizlikler”in hafifletilmesi için ABD’nin (en başta Çin’e karşı verdiği) astronomik açıkları aşağı çekilmeliydi. Ucuz ithalatın yerli üretimi tehdit etmesi önlenmeliydi. Ve özellikle Çin Amerika’dan ithalatını artırmalıydı. Çin parasının (renminbi veya yuan’ın) değerlendirilmesi bu nedenle istendi. Yuan’ın değerlenmesi, Amerika’nın Çin’e karşı devalüasyon gerçekleştirmesi anlamına gelecektir. Ayak dirediği için Çin, ABD Kongresi tarafından “para manipülasyonu yapan ülke” olarak yaftalandı ve olası ekonomik yaptırımların kapısı aralandı.

Dolar ile yuan arasındaki “kur savaşı”nda, Çin’in hareketsiz kalması, Amerika’yı da karşı hamlelere yönlendirdi. ABD Merkez Bankası (FED), para politikası yoluyla doların değerini aşağıya çekebilir ve belli bir noktadan sonra yuan’ın dolardan kopması, değerlenmesi kaçınılmaz olabilir. Kriz sonrasında sıfıra yakın faiz ve piyasaya pompalanan yüksek likiditeye rağmen Çin dolar rezervlerini artırarak yuan’ın değerlenmesini önleyebildi. Şimdi, “parasal gevşeme”nin ikinci aşamasına (buna QE2 diyorlar) geçilmek üzeredir. Roubini’nin tahminine göre FED altı ayda 600 milyar ile 1.5 trilyon dolar arasında devlet tahvili satın alacak; böylece hem uzun vadeli faizleri de sıfıra yaklaştıracak; hem de doların değerini aşağıya çekecektir. Bir anlamda “para basarak borç ödeme” (“monetizasyon”) cürmünü işlemiş olacaktır; ama, emperyalist sistemin patronunun bu kadar ayrıcalığı elbette vardır.

Çin FED’in pompalayacağı likiditeyi satın alarak dolar/yen kurunun değişmesini önleyebilir mi? Roubini’nin ek likidite tahmini doğru çıkarsa, Çin bu tür bir işlemi ancak dolar rezervlerini iki misli artırarak gerçekleştirebilir. Bu hacimde bir operasyonun Çin ekonomisini istikrarsızlığa (en başta enflasyona) sürüklemesi kaçınılmazdır. Çinli yetkililer, dolar pompalanmasına dayanan “kur savaşı” hamlesini tedirginlikle karşılamaktadırlar.

“Kur savaşları”nın üçüncü perdesinin merkezinde, böylece dolar/yuan gerilimi (ayrıca avro ile birlikte) yer alıyor.

Çevre ekonomileri ise bu oyunun figüranlarıdır: Oralardaki baş ağrısı, yerli paraların (real’in, wong’un, rupi’nin, TL’nin) aşırı değer kazanmasına (dövizin ucuzlamasına) yol açan çok yüksek tempolu dış kaynak girişlerinden kaynaklanıyor. Bu ortam rekabet gücünü baltalamakta; menkul varlıklarda yeniden balonlaşmaya yol açmakta; sermaye hareketlerinin yavaşlaması, durması halinde finansal kriz risklerini artırmaktadır.

Amerikalı bir iktisatçı, Michael Hudson, çevre ekonomilerinin karşılaştığı durumu bir soru sorarak ortaya koyuyor: “ABD bankalarını ve müşterilerini %1’in altında bir faiz maliyetiyle borçlanarak, dünyada var olan tüm tahvilleri, hisse senetlerini ve diğer varlıkları, değer artışı ve spekülatif (arbitraja dayalı) kazanç beklentileriyle satın almaktan alıkoyan herhangi bir şey var mıdır?”

Sıfıra yakın bir maliyetle borçlanan rantiyeler için spekülatif (arbitraja dayalı) kazançların şahı, bugünlerde çevre ekonomilerindedir. Bu kazançlar, yerli fiyatlı (yani TL, real, wong üzerinden) faiz, borsa getirilerinin dövize dönüştürülmesinde ortaya çıkar. Yüksek oranlı yerli getiriler, dövizin ucuzlamasıyla daha da yükselir ve metropolden çevreye “carry trade” (“taşıma suyla spekülasyon”) denilen sıcak para akımlarını tırmandırır. Kendi kendini besleyen (dövizi daha da ucuzlatan) bir kısır döngü böylece oluşmuş olur. ABD Merkez Bankası, “parasal gevşeme”nin ikinci aşamasına geçerek yangına körükle katkı yapmak üzeredir.

“Döviz savaşları”nın figüranları (yani, Brezilya, Kore gibi dış fazla veren çevre ekonomileri) bu fırtınaya karşı direnme yöntemlerini arıyorlar; IMF’nin de onayıyla sıcak para girişlerini ve dolayısıyla dövizlerin reel olarak ucuzlamasını frenlemeye çalışıyorlar.

Türkiye hariç… Zira, kronik cari açıklar, canlanma konjonktüründe dört nala tırmanmakta; sıcak-serin; kayıtlı-kayıtsız dış kaynak girişleri arasında ayrım yapabilme “lüksü” söz konusu olmamaktadır.

“Seçime kadar aman bol döviz… Sonrası Allah kerim…” Ekonomi yönetiminin ana çizgisi bu olunca, Türkiye’nin “kur savaşları”na karşı koyan cephede yeri yoktur.


3

KUR SAVAŞLARI: KRİZ SONRASINDA TÜRKİYE VE DİĞERLERİ

Korkut Boratav, Birgün, 9 Kasım 2010.

Döviz kuru hareketleri, bir süredir uluslararası bir gerilime yol açtı. Bugünlerde buna “kur savaşları” deniyor. Ben de konuyu bu köşeye taşıdım ve iki hafta önce bugünkü gerilimin elli yıllık “evveliyatı”nı anlattım. Geçen hafta da günümüzdeki temel anlaşmazlık öğelerini gözden geçirdim ve bunların iki noktada odaklaştığını hatırlattım: Birincisi ABD’nin Çin’den talebidir: “Ulusal paranı değerlendir; yani, doları ucuzlaştır. Sana karşı ticaret açığım ancak böyle daralabilir...” İkincisi, Brezilya gibi çevre ekonomilerinin sıkıntısıdır: “Finansal piyasalarımız aşırı sıcak para girişleri altında boğuluyor; ucuzlayan döviz rekabet gücümüzü baltalıyor; yeniden balonlaşmayı pompalıyor; önlemler gerekiyor...”

Bugün de uluslararası kriz ortamında çevre ekonomilerinde ve Türkiye’de döviz kurlarının seyrine ve bununla bağlantılı sorunlara bir nebze ışık tutmak ve böylece “kur savaşları” defterini (şimdilik) kapatmak istiyorum.

Tartışmanın özünde “reel” (yani enflasyondan arındırılmış) döviz hareketleri yatıyor. Döviz fiyatının enflasyonu aşacak oranda pahalılaşması, yerli paranın devalüasyonu olarak da anılır. Türkiye’de biz daima döviz kurlarını doların (veya avro’nun) fiyatları olarak algıladığımız için, tartışmayı (“TL’nin değerlenmesi, değer yitirmesi” ifadeleri yerine) “ucuzlayan veya pahalılaşan döviz” terimleriyle sürdüreceğim.

Bank of International Settlements (BIS) verilerini kullanarak son uluslararası kriz içinde bazı önemli çevre ekonomilerindeki reel kur hareketlerini (endekslerle) özetliyor. Kriz, çevre ülkelerine Eylül 2008 civarında yansımaya başladı. Ağustos 2008’deki döviz kurlarını bu nedenle (“100” endeks değeri vererek) hareket noktası olarak alıyoruz. Döviz kuru hareketleri bakımından krizin dip noktası olan Mart 2009 ve BIS’in son verilerini içeren Eylül 2010’a ait reel döviz fiyatları endeksleri sunuluyor.

100’ün üzerindeki değerler dövizin pahalılaşması (reel devalüasyon); endeksteki düşme ise ucuzlayan döviz (yerli paranın değerlenmesi) anlamına geliyor.

Dövizin reel fiyatı (reel kur) hesaplanırken dış ticaretin ülkeler arasındaki ağırlıkları ve ulusal ekonomiyle bu ülkeler arasındaki enflasyon farkları dikkate alınır.

Ağustos 2008’i izleyen krizin ilk yedi ayında sıcak para çevre ekonomilerinden hızla çıktı; vadesi gelen dış kredilerin anaparaları da talep edildi; ödendi. Bu olgular, sözü geçen ülkelerde döviz fiyatlarını enflasyonu aşan oranlarda yükseltti. Tabloda Mart 2009’a ait “dövizin reel fiyatı” endeks sayıları bu olgunun ülkelere yansımalarını gösteriyor.

Kapsanan sekiz ülkenin (Türkiye dahil) beşinde dövizin reel fiyatında yüzde 20-30’luk bir artış gerçekleşmiştir. Sermaye hareketlerindeki tersine dönme bu ülkelerin milli gelirlerini de etkilemiş; 2009’da dördünde küçülme; birinde (G. Kore’de) “sıfır büyüme” gerçekleşmiştir.

Diğer üç ülkede krizin ilk yedi ayı döviz fiyatlarını fazla etkilememiştir. En aykırı örnek Çin’dir. Sıcak para hareketlerini kısıtlayan; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına açık olan bu ülkede, Mart 2009’a kadar dövizin reel fiyatı (diğerlerinin aksine) ucuzlamış; yerli para (renminbi) ABD istekleri doğrultusunda değerlenmiştir. Sermaye hareketlerini denetleyen diğer ülke olan Hindistan’da ise döviz pahalılaşmış; ancak diğer çevre ekonomilerinin çoğunun gerisinde seyrederek… Bu iki ekonomide 2009’da yüksek (yüzde 9 ve 6 oranlarında) büyümenin gerçekleşmesi de anlamlıdır.

Mart 2009 sonrasında metropol ekonomilerinde hızla genişleyen sıfır faizli likidite, oluk oluk çevre ekonomilerinin borsalarına, borç senetlerine, mevduatına akmıştır. Bu sürecin onsekiz ay sonunda reel döviz fiyatlarına yansıması, Eylül 2010 verilerinde gözleniyor.

Çin, bu kez de dövizi ucuzlaştırarak ve ABD eleştirilerine çanak tutarak diğerlerinden ayrışmaktadır. Diğer yedi ülkede döviz, Mart 2009-Eylül 2010 içinde spekülatif sermaye girişlerinin etkisi altında reel olarak (ve yüzde 7 ile 25 arasında değişen oranlarda) ucuzlamıştır. Türkiye, yüzde 15 ucuzlama oranıyla üçüncü sırada yer almaktadır ve rekabet gücü bakımından henüz Ağustos 2008’in gerisine düşmüş değildir. Reel döviz fiyatı yüzde 25 oranında aşınan Brezilya ise liste başındadır. Ve “kur savaşları” yakınmasının çevre ekonomilerindeki temsilciliğine soyunması tesadüf değildir.

Bu yakınmalar son aylarda yoğunlaştı ve Brezilya, Tayland, Kore, Endonezya, Taywan sıcak para girişlerini vergilemeye başladılar. BIS’in “reel döviz fiyatı” verileri, Eylül’de son buluyor. Eylül-Ekim arasında Merkez Bankası’nın Türkiye için yaptığı hesaplamaya bakarsak, son bir ayda reel döviz fiyatı yüzde 1.1 oranında ucuzlamıştır. Böylece, reel kur, Ekim sonunda Ağustos 2008 düzeyine dönmüştür. Bu gidişle dövize bağlı rekabet gücü bakımından Türkiye uluslararası kriz öncesindeki konumundan geriye düşmek üzeredir.

Aşırı döviz girişlerini frenlemeye çabalayan (ve yukarıda sıraladığım) ülkelerin hepsi genellikle dış fazla veren ekonomilerdir. Türkiye kronik ve zaman içinde artma eğilimi gösteren cari işlem açıkları nedeniyle, bu seçenekten yoksundur. Bu sorunu çözecek yapısal dönüşümü gerçekleştirmedikçe, türlü-çeşitli dış kaynak girişlerine mahkûmiyeti sürecek; bunların döviz fiyatları üzerindeki yansımalarını da sineye çekecektir. Kısacası Türkiye, “kur savaşları”nın içinde yer alamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder