Ara

Babacan’ın doğruları, eksikleri, yanlışları

Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan Davos’a gitti ve orada iktisat politikası sorunları üzerindeki görüşlerini açıkladı. Önemli gördüğüm ifadelerini 27 ve 28 Ocak ANKA Ekonomi Bülteni’nden (iki konuşmayı birleştirerek) aktarıyorum:

“Dünyada çok büyük likidite bolluğu var. Gelişmiş ülkelerde likiditenin geri çekileceği dönem gelecek. Bugünkü para bolluğuna bağlı büyüme ve risk iştahı kimseyi yanıltmamalı.”

“Türkiye aslında sermaye akımlarına ihtiyacı olan bir ülke. Kendi tasarruflarımız yüksek büyüme oranlarına ulaşmak için yeterli değil. ‘Sermaye istemeyiz’ diyecek bir lüksümüz yok. Türkiye’nin etrafına yüksek duvarlar örücü bir yaklaşım kesinlikle söz konusu olmaz. Bunu bir defa yaparsınız on sene unutulmaz. Türkiye’ye sermayenin girişi çıkışı serbest olacaktır. Ancak bunu yaparken daha uzun vadeli sermaye akışının Türkiye’ye gelmesini; kısa vadeli giriş çıkışlarla kâr etmeye çalışan; [ekonomiyi] rahatsız edebilecek türden sermaye hareketlerini caydırıcı hale getirmeyi [istiyoruz].”

“Türkiye’de serbest kur rejiminden taviz verilmeyecektir. Kur için bir alt ya da üst sınır yoktur.”

Ali Babacan doğru şeyleri eksik bırakarak söylüyor ve bu yüzden çizmeye çalıştığı genel tablo sadece yanıltıcı değil, yanlış da oluyor. Rahatsızlıkların teşhisi doğru olmadığı için, benimsenen reçeteler ya sadece geçici “ağrı kesiciler” olacak; daha da kötüsü rahatsızlığı hastalığa dönüştürecektır.
Kısaca gözden geçirelim.

Uluslararası kriz sonrasında Batı’da uygulanan likidite genişlemesinin çevre ekonomilerine spekülatif fon akımları biçiminde taşması, geçici ve tehlikeli bir canlanmaya yol açmaktadır…

Babacan’ın bu saptaması artık orta malı haline gelmiştir ve doğrudur. Keşke benzer bir saptamayı aşağı yukarı aynı olguların geçerli olduğu 2003-2007 dönemi için de (ve o tarihlerde) yapsaydı. AKP iktidarı, o yıllar boyunca, uluslararası sermaye hareketlerine sıcak / serin ayrımı yapmadan kendini teslim etmiş; Türkiye ekonomisi bu nedenle “likiditenin geri çekildiği” 2008-2009 ortamından şiddetli boyutlarda etkilenmiştir.

Yurt-içi tasarruf oranları yüksek bir büyüme hızına ulaşmak için yetersiz olduğu için dış kaynak gereksinimi doğmaktadır ve sermaye giriş-çıkışları bu nedenle serbest bırakılmalıdır…

Evet, yurt-içi tasarruf oranları sadece “yetersiz” değildir; zaman içinde de aşınmış; yüzde 20’nin altına inmiştir. Bu olguyu sineye çekerseniz, “yüksekçe” bir büyüme hızının gerektirdiği sermaye birikimiyle tasarruf oranı arasındaki farkı yabancı sermaye girişleriyle ve cari açık vererek kapatmanız gerekecektir.

Babacan’ın muhakeme zinciri tanım gereği (“totolojik” olarak) doğrudur; ancak eksiktir ve son yıllarda gerçekleşen süreçleri yansıtmamaktadır.

Bir kere, 1998 sonrasında tasarruf oranları aşınırken gelir dağılımı genel olarak emek aleyhine, sermaye lehine dönüşmüş; bu süreç AKP’li yıllarda da süregelmiştir. Bu dönemden fazlasıyla nemalanan burjuvazinin artan oranlarda vergilenmesini ve böylece sağlanabilecek tasarruf artışlarını gündem dışı bırakınız; “tasarruflarımız yetersizdir; yabancı sermayeye mahkûmuz” yavesine teslim olursunuz.

Babacan, ayrıca, dış kaynak girişlerinin sermaye birikimini, dolayısıyla ekonominin büyüme potansiyelini desteklediğini ima ediyor ve yanılıyor. 2001-2002 krizinde çöküntüye uğrayan sermaye birikim oranı, AKP’nin ilk dört yılında artmış; sonraki üç yıl boyunca kesintisiz inişe geçmiş; 2009’da yüzde 17’nin altına düşmüştür. Zirveye ulaştığı 2006 oranı (yüzde 22), bir önceki zirve yılı olan 1998’in (yüzde 23’ün) altındadır. Bu süreç Türkiye’ye 240 milyar dolar net yabancı sermaye girişinin gerçekleştiği bir zaman dilimiyle çakışmaktadır ve aynı sonuç tekrar karşımıza çıkmaktadır: Dış kaynak girişleri Türkiye’de sermaye birikimini değil, tüketimi beslemiştir; yani yurt-içi tasarrufların yerine geçmiştir. Kısa dönemli canlanma konjonkürlerine katkı yapmış; büyüme potansiyelini yukarı çeken, kalıcı bir etki yaratmamıştır.

Babacan’ın görüşlerindeki en önemli boşluk Türkiye ekonomisinin giderek ağırlaşan cari açık sorununu “es geçmesi” olmuştur. Büyüme ile dış açık arasındaki bağlantı giderek artmıştır ve bu eğilim AKP’li yıllarda yoğunlaşmıştır. Bir durgunluk (2008), bir de küçülme (2009) yılı içeren 2003-2009 döneminde kesintisiz cari açık verilmiş; dönemin tümünde bu açıkların milli gelire oranı yüzde 4.6 olmuştur. Önceki yirmi yıllık döneme bakınız: Milli gelir hareketlerinin olumsuz seyrettiği altı yıl içinde ekonomi dış fazla vermiştir. Bu durum artık tarihe karışmıştır.

Ağırlaşan dış açık sorununu çözmeden “sınırsız sermaye hareketlerine devam; sadece sıcak parayı caydıralım” önerisi havanda su dövmektir. Zira, 2010’un onbir ayı boyunca 45 milyar dolarlık cari işlem açığının 37 milyarı (yüzde 81’i) yabancı kökenli sıcak para girişleriyle kapatılmıştır. Kökten hiçbi revizyon yapmazsanız; bugünkü ortamı olduğu gibi sürdürürseniz cari açığı ve büyümeyi sürdürmek için sıcak paraya mahkûm olursunuz. Merkez Bankası’nın dolambaçlı yöntemleri başarı kazansa ve sıcak para girişleri sıfırlansa, bugünkü dış açık düzeyini ancak bir-iki ay ve rezervleri eriterek sürdürebilirsiniz. Bunun sonunda da döviz fiyatlarında hızlı bir tırmanma finansal sistemi sarsacak; büyüme hızı, hatta milli gelir aşağıya çekilecektir.

Peki, sıcak parayla cebelleşmek bir yana, doğrudan doğruya cari açık sorununa yüklenmek mümkün müdür? Babacan, “serbest kur rejiminden taviz yok; döviz kurunu hedeflemiyoruz” diyor ve dış ticaret rejimini, örneğin Gümrük Birliği kurallarını sorgulamıyor. Bu durumda dış açığa karşı tek seçenek olarak IMF reçeteleri kalır: Maliye ve para politikalarını iyice sıkılaştırınız; durgunlaşan ekonomi cari açığı da aşağı çekecektir. Bu reçeteyi, isterseniz, “oburluk çeken hastayı koma haline sokarak gıda tüketimini azaltmak” diye de yorumlayabilirsiniz.

Kısacası, Babacan’ın görüşleri, geçmişe ilişkin sağlam bir değerlendirmeden yoksun olduğu ve stratejik bir perspektif içermediği için “derde deva” olamaz.

Korkut Boratav, Birgün, 8 Şubat 2011.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder