Can Yayınları, 2011 |
Oya Baydar, dünya sosyalist hareketini 1960'lardan bugüne ânı ânına izleyebilen, "kendini yenileme"yi hesaplaşma ve özeleştiriyle birlikte yürütebilen, üstelik "özeleştiri" kültürünü "yargıla(n)ma"yla eşleştirerek saplantıya dönüştüren örgüt kurumsallığından uzak durabilen entelektüellerden...
Askerde onu uzun uzadıya okuma fırsatı bulmuş, komutan denetiminden geçen kitaplarda "yasaklı yayın" listesinde olmasına karşın, Baydar'ın "zararsızlığı"nı bir şekilde izah edebilmiştim. Kütüphanemdeki bazı kitapları, komutan kaşeli, "uygundur" paraflı... "Kayıp Söz" gibi muhteşem bir vicdan ve empati romanını, gece nöbetlerimde okumuşumdur, iki defa... Tüfeği çapraz asar, garajda en ışıklı kısma kayar, park etmiş ciplerin arasına tüner, kitabı gerip namlunun üstüne yerleştirirdim; silahı rahle niyetine kullanırdım. Romanda geçen çatışma sahnelerini, bir tüfeğin "üzerinden" okumanın ironisi farklı bir tecrübeydi... Devriye için yaklaşan subayın aracını uzaktan görünce kitabı parkamın cebine tıkıştırır, hazırola geçer, tekmil vermeye hazırlanırdım...
"Elveda Alyoşa", "Hiçbiryer'e Dönüş", "Sıcak Külleri Kaldı" kitaplarında reel sosyalizm sonrası dünyada solun gelgitleri üzerine geliştirdiği roman kurgusu ise "üretken direniş"in imkânlarını düşünmemi sağladı. Almanya yıllarını Türkiye ile karşılaştırırken "yerlilik" fetişine saplanıp kalmayan, evrenselcilik'i halı altına süpürmeyen, Sovyet-sonrası dönemde solu milliyetçilikle sınırlamaya ve devletin kadim kusurlarını "anti-küreselleşme" uğruna sineye çekmeye çalışanlara karşı algısını sürekli açık tutan bir kalem onunkisi... Otorite, hiyerarşi, hukuk, iktidar, şiddet, birey ve dayanışma kavramlarını kendi sol tarihini de eleştirerek bugün yeniden tanımlamayı öneriyor Baydar.
Bilindik "tek-kurtuluşçu" söylemlerin barındırdığı gizil şiddeti ve otoriterizmi didikliyor, şiddet söz konusu olduğunda "önce faşistler saldırdı" kronolojisinin beyhudeliğine dikkat çekiyor. Örgütlü sol geçmişi olanları, çatıkkaşlı bürokrasi kurallarına/parti "doğruları"na adanmaya değil, insan-insan'a konuşmaya ve dikte etmeden iletişim kurmaya davet ediyor. Bu açıdan, 19 Ocak tarihli "Hrant'ın Dili" başlıklı yazısı pek manidar (T24.com.tr). Kamusal alanda birey'i silikleştiren, kendi yalıtkan cemaatini kuran, "kalıp doğrular"dan insanyaratan değil; insan'dan yola çıkarak yeni "hakikat"i yaratan, demokratik karar-alıcı bir sol paradigmasını önemsiyor. Kendi açımdan, bu duruşunu Ernst Blochçu bir romantizm'e yakın görerek mutluluk duyuyor, "umut"lanıyorum. Bloch'un insan yaklaşımının Türkiye örneğini ise yakınlarda Tanıl Bora "Hrant'ı Neden Özlüyoruz?"u ile dokudu (Birikim, S. 262 ve Birikim Güncel Makaleler; ayrıca bkz. E. Bloch, Umut İlkesi, çev. T.Bora, c.1, İletişim, 2007; T.Bora, "Romantik Anti-kapitalizme İhtiyacımız Yok mu?", Birikim, S. 228, s. 14-22; T. Bora, "Peygamberâne ve 'Geveze': Ernst Bloch ve Eleştirel Teori...", Toplum ve Bilim, S. 107/2007, s. 132-152. )
Ordu-siyaset-toplum ilişkisine odaklanan "Çöplüğün Generali" romanı ise, sosyalizm idealinden yine uzaklaşmıyor, aksine asker-sivil ilişkilerinin farklı sınıf ve tabakalardaki izdüşümlerine şahitlik ediyor. Üstelik bu defa edebiyat eleştirmenleri için ayrı bir kanal açarak: siyasal bir romanda "tanrı-yazarlık" nasıl işler? Yani romanda bir yazar karakteri var, roman Oya Baydar'a değil, bu romancıya yazdırılacak ama nasıl? Bir roman yazarının gözlemlerinin anlatıldığı bu romanda, romancı karakteri kendi karakterlerine nasıl müdahale edecek? Bir yazar, romancı karakterininin kendi karakterlerine müdahale edip etmeme noktasında yaşadığı sancıları dipnotlarda nasıl kurgular, roman iskeleti bunu nasıl taşır? Roman'ın mutfak hali roman'a nasıl yedirilir? Romandaki yazar'ın çiziktirdiği müsvedde örneklerini, "üst-yazar" olarak Oya Baydar'ın siyasal tutumundan ne kadar muaf tutabiliriz? Oya Baydar'ın mutfak sırlarını roman yazarına söyletme tercihini, bu teknik bağlamında, edebiyata bakışında bir değişim olarak adlandırabilir miyiz, yoksa bir romanlık denemeyle mi karşı karşıyayız? Oya Baydar, yazarlık sürecinde bir değişim yaşıyorsa, postmodernizme ve postyapısalcılığa edebi ve siyasal açıdan artık nasıl yaklaşıyor? Romanının karakterlerini bağlantılandırırken katlı kurgusunda denediği teknik ile siyasal yaşamında şiddet, hiyerarşi, otorite ve "özne" kavramlarını sorgulayışı arasında postyapısalcılık bağlamında bir paralellik olduğu söylenebilir mi?
"Çöplüğün Generali"nin konusuna dönersek; Oya Baydar, "birey mi, yoksa toplum mu önce gelir?" gerilimine saplanmadan, romanında bir anlamda demokrasinin ekonomi-politik'ini kurguluyor. Rejimin tutunamayanlarına uzanıyor; denize-tarlaya-kışlaya-şehir çöplüğüne gömülen, saklanan mühimmatın, hiçbir şeyden habersiz fakirlerin elinde patladığı, canların hiç uğruna yitirildiği bir alanı resmediyor... Ne olduğunun farkında değilsiniz ama "bu da neymiş?" diye elinize aldığınız cismin patlamasıyla ölüyorsunuz..! Bu kadar basit(siniz)...
İşte o kadının ve Melek Ulagay'ın dertleşmelerini, bir Türkiye tarihi olarak okumak için bire bir, bol "konuşma çizgili" roman tadında...
Oya Baydar ve Melek Ulagay...
Dünyanın ve Türkiye’nin, 1940’lardan günümüze uzanan macerasına tanıklık etmiş, tanıklıkla kalmayıp olayların içinde yaşamış iki kadın. Gençliği, umudu, devrimci mücadeleyi, sol örgütleri, hapishaneleri, işkenceleri, sevdiklerini yitirmenin acısını, mülteciliği, sürgünü, eve dönüşleri, İstanbul’dan Filistin kamplarına, Güneydoğu’dan Avrupa kentlerine savrulan yaşamlarını anlatıyorlar.
27 Mayıs’a, 68 olaylarına, solun yükselişine, 1 Mayıs’lara, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine, katliamlara, Kürt hareketinin başlangıç günlerine, kontrgerillaya, Ortadoğu’da Amerika ve İsrail’in Filistin halkını yok etme planlarına, Doğu Bloku’ndaki yaşama, Berlin Duvarı’nın yıkılışına, sosyalist sistemin çöküşüne, yakın tarihin daha nice olayına tanıklık etmişler.
Günümüz Türkiyesi’nde ve dünyada adları bilinen, bugün hâlâ önemli konumlarda, siyaset sahnesinde ya da yaşamın türlü alanlarında karar noktalarında olan pek çok insanı yakından tanımışlar. Dostluğu, yoldaşlığı, sevgiyi, aşkı, örgüt ve parti içi sorunları yoğun duygularla yaşamışlar. Ve şimdi kendileriyle, geçmişle, tarihle hesaplaşarak o günleri anlatırken, geleceğe sesleniyorlar.
“Tarihi sadece erkekler yazmamalı, tarih erkeklerin insandan çok siyasete odaklı resm tarihi olmamalı. Bizimki bir başlangıç, geçmişi yansıttığımız ayna da bizim kendi aynamız. Umarız devamı gelir, başkaları da kendi aynalarını tutarlar tarihimize,” diyor Melek Ulagay ve Oya Baydar.
“Bunca insan geçti hayatımızdan, acı tatlı bunca olay, anlatılanlar ve anlatılamayanlar, hatırlananlar hatırlanmayanlar, unuttuklarımız, unutmak isteyip de unutamadıklarımız ya da unutmaktan korktuklarımız. Bizimki; farklı duygular, farklı dürtülerle, farklı ortamlarda ama aynı amaca doğru, paralel çizgiler gibi kesişmeden akıp geçen iki yaşam; iki kadın hikâyesi işte...
Dünyanın ve Türkiye’nin, 1940’lardan günümüze uzanan macerasına tanıklık etmiş, tanıklıkla kalmayıp olayların içinde yaşamış iki kadın. Gençliği, umudu, devrimci mücadeleyi, sol örgütleri, hapishaneleri, işkenceleri, sevdiklerini yitirmenin acısını, mülteciliği, sürgünü, eve dönüşleri, İstanbul’dan Filistin kamplarına, Güneydoğu’dan Avrupa kentlerine savrulan yaşamlarını anlatıyorlar.
27 Mayıs’a, 68 olaylarına, solun yükselişine, 1 Mayıs’lara, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine, katliamlara, Kürt hareketinin başlangıç günlerine, kontrgerillaya, Ortadoğu’da Amerika ve İsrail’in Filistin halkını yok etme planlarına, Doğu Bloku’ndaki yaşama, Berlin Duvarı’nın yıkılışına, sosyalist sistemin çöküşüne, yakın tarihin daha nice olayına tanıklık etmişler.
Günümüz Türkiyesi’nde ve dünyada adları bilinen, bugün hâlâ önemli konumlarda, siyaset sahnesinde ya da yaşamın türlü alanlarında karar noktalarında olan pek çok insanı yakından tanımışlar. Dostluğu, yoldaşlığı, sevgiyi, aşkı, örgüt ve parti içi sorunları yoğun duygularla yaşamışlar. Ve şimdi kendileriyle, geçmişle, tarihle hesaplaşarak o günleri anlatırken, geleceğe sesleniyorlar.
“Tarihi sadece erkekler yazmamalı, tarih erkeklerin insandan çok siyasete odaklı resm tarihi olmamalı. Bizimki bir başlangıç, geçmişi yansıttığımız ayna da bizim kendi aynamız. Umarız devamı gelir, başkaları da kendi aynalarını tutarlar tarihimize,” diyor Melek Ulagay ve Oya Baydar.
“Bunca insan geçti hayatımızdan, acı tatlı bunca olay, anlatılanlar ve anlatılamayanlar, hatırlananlar hatırlanmayanlar, unuttuklarımız, unutmak isteyip de unutamadıklarımız ya da unutmaktan korktuklarımız. Bizimki; farklı duygular, farklı dürtülerle, farklı ortamlarda ama aynı amaca doğru, paralel çizgiler gibi kesişmeden akıp geçen iki yaşam; iki kadın hikâyesi işte...
Cok tesekkur ederim Okay Bey,
YanıtlaSilOzellikle Coplugun Generali icin onca sey yazildi, kimse sizin kadar anlamamisti.
Selamlar
Oya