Ara

Kapının Eşiğindeki Kadın:



Marksizm ve Feminizm-Ötesi


Bir “Toplumsal Cinsiyet” Yorumu*





Sheila Margaret Pelizzon, Kadının Konumu Nasıl Değişti?: Feodalizmden Kapitalizme,


çev. Cem Somel ve İhsan Ercan Sadi,


İmge Kitabevi Yayınları, 2009, 439 s.*



Okay Bensoy




“(...) Feodalizmden kapitalizme geçiş, feodalizm içindeki kapitalist öğelerin feodal kabuğu kırıncaya kadar güçlenmesiyle açıklanabilecek türden basit bir süreç değildir.” E.J. Hobsbawm



“Kapitalizm, daha önce hiç var olmamış, bugün ise cinsiyetçilik ve ırkçılık adını verdiğimiz ideolojik bir ezici aşağılama çerçevesi geliştirdi.


(...) Doğru olan şu ki, cinsiyetçilik ve ırkçılık yapıları, kendilerini yaratan ve işleyişleriyle kritik biçimlerde ayakta kalmasını sağladıkları bütün tarihsel sistem parçalanmadan parçalanamazdı, bugün de parçalanamaz. ” I. Wallerstein



“Devlet, birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin egemen erk tarafından doğrulukla (adaletle) yönetilmesidir.” J. Bodin


Marksizm ile Feminizmin Mutsuz Evliliği


Yargıtay İlâmı: “Tarihsel Geçimsizlik Boşanma Sebebidir!”



Feminist teorideki genel eğilim; ataerki kurumunun her yerde ve her zaman mevcut olduğuna vurgu yaparak ataerkiyi veri alır, onu sabit kabul eder. Bu kurumun hangi tarihsel dönemlerde ne gibi değişiklikler geçirdiğine, hangi özgün içeriklerle bugüne eriştiğine dair bir yorum getirmekten sakındığı olur. Çünkü tarihsel uğraklarda kadının konumuna dair olası iyileşmeler ya da belli coğrafyalarda kadınların erkeklerle ilişkilerinde eşite yakın duran ya da anaerkil (anahanlık değil) konumları, feminist anlatının düz ve kadın aleyhine aktığı düşünülen tarih'ini sekteye uğratabilir. Kapitalizmin feminist yorumunda ataerki, kadının tâbi konumunun hem ezeli sorumlusu, hem bunun gerçekleştiği süreç, hem de sonucudur: Ataerki, bir ilkgünah gibidir, felaket simgesidir... Dolayısıyla, 'köktenci' feministler -“ahlaki” bir yargıya kayarak- ataerkiyi tarihdışı bağlamda yargılayabilirler, özcülüğe yaslanarak onun maddi ilerleme süreçlerine gözlerini kapatma tehlikesine düşebilirler.



Marksistler ise, genelde, kadın sorununu özel mülkiyet oluşumlarının bir altkümesi-türevi-sonucu olarak görme eğilimindedir. Yine Marksizmde mülkiyet ve sermaye birikim süreçlerindeki geçişler-kırılmalar-dönüşümler üzerinden türetilen kapitalizm yorumları, kadını da aynı üretim ilişkilerinin uzantısı sayar. Kadının toplumsal işbölümünde nasıl kodlandığı, bir burjuva anlatısı olarak “özel alan-kamusal alan” ayrımında rolünün neden evle ve çocukları eğitmekle sınırlandı”rıldı”ğı, modern devlet'e geçiş sürecinde ekonomik-siyasal açıdan bunun özel anlamı (örneğin bir geçiş figürü olarak Jean Bodin'in devlet tanımında evin içiyle kapıdan dışarı adım atıldığı anda karşılaşılan kamusal otorite arasında kurduğu eril bağlantıda kadının evcilleştirilmesi hususu), Marksist tarih algısında arka koltuklarda kendisine yer bulur.



Marksizmle feminizmin bu “mutsuz evliliği”, birbirlerinden ödünç kavramlar alsalar da, ilgi alanlarının -uzun vadede- başka mekânlara ve süreçlere kaymasına neden oldu. Özellikle ev içi emek süreçleri, kadına “özel alan” denen muğlak yerde değişmez roller biçilmesi ve bunun fizyonomiyle, tarihdışı antropolojiyle, aileden öğrenilen kültür ve geleneklerle olağanlaştırılması; kamusal alanın ise kadına uzun süre yasaklanması, 'eşit işe eşit ücret ilkesi' ve iş yerinde cinsel ayrımcılık-taciz üzerinden istihdam sorunlarının kadın-erkek ayrımına gelindiğinde Marksistlerce yeterince sorgulanmaması, feministlerin Marksist eşlerinden yana başlıca dertleriydi. Feministler, Marksistlerin fabrikadan temellenen eşitlik ve örgütlenme vurgusunun ev içi emeğe de yansımasını, sınıf mücadelesine kadının tâbiyet sorununun da dahil edilmesini talep ettiler. Devlet teorisi bağlamında özel-kamusal alan ayrımını aşmak adına, bu direniş mücadelesinin ev içi rolleri de hesaba katarak yürütülmesini istediler. İş açısından, kadında duygusallığın psikolojik olarak toplumsal uyuma yatkınlık içerdiği, fakat iş değerlemesinde kadınların duygularından öte “rasyonel gerçekler” etkili olduğu için karar mekanizmalarında erkeklere ücret ve pozisyon avantajı sağlanmasını eleştirdiler. Ne var ki, birçok feminist, bu eril devlet dilinin ezeli olduğunu savundu, kapitalizmi yaratan süreçteki uzun erimli (longe-dureé) değişimleri ve özgün örnekleri, direniş noktalarını görmezden gelerek mücadele etti.



Özetle; bu iki ideolojinin ana akımları, genel toplumsal süreçler üzerinden erkek-kadın ilişkilerinin tarihselliğini okuyamadı, kadını tarihsel bağlamlarından soyutladı. Cinsiyete dayalı işbölümünün hiyerarşileşmesine dönük zaman-mekân analizi görece az önemsendi. Örneğin, kadının çalışmasının ev işleriyle sınırlanmasına dönük girişimler kadim düzene ait değildi. Kadının ev içi emekle sınırlanışı, Ortaçağ'ın son dönemlerinden bugüne kalan bir mirastı ve cinsiyete dayalı hiyerarşi ancak 16. yüzyılda farklı yöntemlerle pekişip bilim ile gerekçelendirilecekti (akt. Pelizzon, 2009; 29, 33).



Her kuram, tarihi kendi penceresinden yorumlayıp bir diğeriyle etkileşime girmeyince, tartışma bir “sağırlar diyaloğu”na dönüştü. Kadının üretken-olmayan ve ev içine sıkıştırılan emeği, psikolojik yönden duygusallığı ve anaçlığı, “biyolojik” gerekçelere dayandırıldı. “Toplumsal cinsiyet” sorunu, ya Marksistlerce sınıf analizi içinde silikleştirildi ya da feministlerin tarihsel algıyı donduran ahlak kaynaklı eşitsizlik yorumlarıyla önemini kaybetti.



Halbuki sorun, Pelizzon'un belirttiği üzere, önemli tarihsel dönemeçlere çıkan gelişmeleri bir “sistem analizi” etrafında araştırmak ve özgünlükleri yakalayabilmektedir. Feministlerin ve Marksistlerin eksik bıraktıkları hususların üzerinden geçerken, bu eşitsizliklerin kadim, sadece mülkiyete bağlı, hiyerarşik ve doğal, olağan değil; “modern dünya-sistemi”nin kuruluş sürecine içkin olduğunu belirtebiliriz. Wallerstein'ın danışmanlığında hazırlanan bu doktora tezinin savı işte buradan temelleniyor: “Cinsiyete dayalı işbölümü zaman ve mekânda yaygın olmakla birlikte, kadınların şimdiki tâbi konumu cinsiyete dayalı işbölümünün hiyerarşileşmesine bağlıdır. Bu hiyerarşik işbölümünde kadının emeği düşük nitelikli (beceriksiz-becerisiz ve üretken olmayan) addedilip erkeklerden daha az 'istihkak'a layık görülmektedir. Bir de toplumda genel olarak erkeğin tercih edilmesini buna eklersek; 'toplumsal cinsiyet' dediğimiz şeye varırız” (Pelizzon, 2009; 30-31). Bu açıdan bakıldığında, biyolojik cinsiyet, deri rengi gibi daha alt konumdaki zümrelerden insanları imleyen bir damga olan “toplumsal cinsiyet”, bu damgalardan kurtulmayı da imkânsızlaştırmaktadır (Pelizzon, 2009; 30). Zira biyolojik damgalar, cinsel ayrımcılık ve ırkçılıkla iç içedir. “Cinsel ayrımcılık” ve “ırkçılık”la; dünya-sisteminin kendisini kurması ve “ötekiler”den ayrıştırması, netleştirmesi anlamında baskın ideolojilerden bahsediyoruz. Bu ideolojiler, belli bir sürecin ürünü ve kadının emeğinin eve hapsedilmesini, annelik rolüyle sınırlandırılmasını, emeğinin değersiz ve üretken-olmayan biçiminde sınıflandırılmasını; dışarıda ise eşit işe eşit ücret, siyasal katılım, iş yerinde karar verici pozisyonlardan yalıtılmayı ifade ediyor. Bu ideolojinin tahakküm kurma ve kadının konumunu belirleme süreçlerini Batı Avrupa özelinde anlamak, özgün örnekleri tarihsel dönemlendirmelerle çizmek, Pelizzon'un önemli bir uğraşısı... Kitabın bölümleri tarihsel sosyoloji disiplini üzerinden bunu tartışıyor ve propagandatif bir sonuçla “otonomist” hareketi selamlıyor, Wallerstein'a akademik sadakatini kadının konumu üzerinden pekiştiriyor, ancak modern dünya-sistemi analizine “toplumsal cinsiyet” kavramı üzerinden bir eleştiri de getiriyor.



Pelizzon'un modern-dünya sisteminde “toplumsal cinsiyet” üzerinden kapitalist kurumsallaşma dinamiklerini sorgulayan uyarısına dikkat etmekte yarar var. Ona göre; “Wallerstein, ırkçılığın yanında 18-19. yüzyıllarda kurumsallaşan bir cinsiyet ayrımcılığından bahseder ama 'toplumsal cinsiyet' terimini hiçbir yazısında kullanmaz.” Ayrıca Pelizzon, tezi boyunca, savunduğu Wallersteincı modern dünya-sistemi analizindeki tabakalaşma teorilerinin “toplumsal cinsiyet” yönüne ait zayıf taraflarını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Okumalarımdan anladığım kadarıyla Wallerstein, “toplumsal cinsiyet”i değil, fakat “toplumsal” kavramını kullandığı bir çalışmasında, “cinsiyetçilik” terimini ayrıca belirtiyor. “Toplumsal cinsiyet” kavramını ise bilinçli olarak bir arada kullanmıyor. Kadının Konumu Nasıl Değişti?’nin çevirmeni Cem Somel’le, kitaplaşan bu doktora tezinin yazım ve savunma sürecine dair bir söyleşi yapmıştım. Somel’in aktardığına göre Pelizzon, bu çalışmasında, aralarında Wallerstein’ın bulunduğu jüriye modern dünya-sistemi analizinde eksik bırakılan yanları da işaret etmişti. Modern dünya-sistemi analizi, Wallerstein’ın Tarihsel Kapitalizm adlı kitabında da görüleceği üzere (Historical Capitalism, 1983; 103), “cinsiyetçilik-sexism” kavramı üzerinden konuya yaklaşıyor ve “cinsiyet” ile “cinsiyetçilik” arasında derinleştirilmiş bir ayrım gütmüyordu. Cem Somel’in yorumuyla sürdürürsek;



“Burada iki kavramı ayırt etmek lazım: ‘Cinsiyet ayrımcılığı’ (ya da cinsiyetçilik) bir tavırdır, davranıştır. Cinsiyet ayrımcılığı pekâlâ bir kadın düşmanlığından da kaynaklanabilir. Buna İngilizcede ‘sexism’ deniyor. ‘Toplumsal cinsiyet’ ise kadınların mizacı, yeteneği, zaafları üzerine bir kuram, bir ‘ideolojidir’. Bunun İngilizcesi ise ‘gender’dır. ‘Sex’ ile ‘gender’, Türkçede ‘cinsiyet’ kelimesine tekabül etmekle beraber, ‘sex’ daha biyolojiktir (erkek-dişi farkını işaret eder); ‘gender’ daha çok kavramsal, sosyolojiktir (eril, dişil kelimelerinin kullanıldığı bağlamlardaki farktır)…”



Wallerstein, toplumsal hiyerarşileşme süreçlerini ve bunların kurumsallaşmalarını analiz ederken, “cinsiyetçilik” kavramına en az “ırkçılık” kadar değer veriyor, fakat “toplumsal cinsiyet” üzerinden konuya yaklaşmayı tercih etmeyerek, cinsiyeti daha biyolojik(leştirilen) bir kategori olarak okuyup ırkçılık ile bağlantılandırıyor. Tarihsel Kapitalizm (Historical Capitalism, 1983; Türkçesi 1992; 87-88) adlı eserinde, “cinsiyetçilik-sexism” terimini şöyle anıyor:



“Tarihsel kapitalizm, daha önce hiç var olmamış, bugün ise cinsiyetçilik ve ırkçılık adını verdiğimiz ideolojik bir ezici aşağılama çerçevesi geliştirdi. Açıklayayım. (...) Önceki tarihsel sistemlerde gerek erkeğin kadın karşısındaki egemen konumu, gerekse genelleştirilmiş yabancı düşmanlığı, yaygın ve hemen hemen evrenseldi. Ama cinsiyetçilik, erkeğin kadın karşısındaki egemen konumundan; ırkçılık ise, genelleştirilmiş yabancı düşmanlığından fazla bir şeydir. Cinsiyetçilik, kadınların yeniden, kendilerinden istenen fiili işin belki daha da yoğunlaşması ve kapitalist dünya ekonomisinde üretken emeğin insan tarihinde ilk kez olmak üzere ayrıcalığın meşrulaştırılmasında temel duruma gelmesi bakımlarından katmerli bir aşağılayıcılığı olan üretken-olmayan emek alanına indirilmesidir. Bu durum, sistemin içinde çözülmesi olanaksız bir düğüm oluşturmuştur.


(...) Cinsiyetçilik ve ırkçılık, 'biyoloji'nin konum sağladığı toplumsal süreçlerdir. Biyoloji her tür dolayımsız anlamıyla toplumsal açıdan değiştirilemez olduğundan, görünüşe bakılırsa önümüzde toplumsal olarak yaratılmış ama toplumsal olarak parçalanmaya elvermeyen bir yapı vardır. Kuşkusuz gerçekte böyle değil. Doğru olan şu ki, cinsiyetçilik ve ırkçılık yapıları, kendilerini yaratan ve işleyişleriyle kritik biçimlerde ayakta kalmasını sağladıkları bütün tarihsel sistem parçalanmadan parçalanamazdı, bugün de parçalanamaz. Hem maddi hem de ruhsal (cinsiyetçilik ve ırkçılık) bakımdan mutlak yoksullaşma olmasının nedeni budur.“ (italik vurgular bana ait)



Şimdi de Wallerstein’ın bu analizinin Pelizzon tarafından nasıl eleştirildiğini Cem Somel aracılığıyla görelim:



“Wallerstein, yukarıda alıntılanan kısımlarda ‘sexism’ kelimesini kullanmaktadır (Historical Capitalism, 1983: 103; Türkçesi 1992; 87-88). ‘Toplumsal’ kelimesiyle ‘cinsiyetçilik’ kelimesinin aynı metinde geçmesi, Wallerstein’ın ‘toplumsal cinsiyet’ kavramını kullandığı ve bunu cinsiyet ayrımından (cinsiyetçilikten) tefrik ettiği anlamına gelmiyor. Bu bakımdan Pelizzon, Wallerstein’ın önemli bir kavramsal farkı gözden kaçırdığını tespit etmiştir. Wallerstein ve jürideki diğer üyeler, tezi kabul ederek bu eleştiriyi kabul etmiştir.”



“Toplumsal cinsiyet”, Pelizzon'un paylaştığı geniş toplumsal tabakalaşma sisteminin bir boyutu. Tabakalaşma açısından coğrafi etkinin, ilerlemeci ve indirgemeci tarih anlatısına karşı farklı ülkelerde feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarına kritik veriler sunduğunu söyleyebiliriz. Batı Avrupa'da çizgisel, türdeş bir kapitalizm ya da feodalizm tarihi olmadığına -vulger Marksizmin üretim ilişkileri şablonu beni andı!- bizi inandıracak kadar ayrıntıya inilmesi gerekiyor ki, Pelizzon kitap boyunca bunun izini sürmüş, birincil ya da ikincil kaynaklarda tıkandığı yerlerde ise çıkarsamalarla yoluna devam etmek istemiş. Pelizzon (2009; 33-34), “toplumsal cinsiyet”le birlikte, coğrafyayı, kır-kent ilişkilerini, ırk ve sınıf bağlantılarını da toplumsal tabakalaşma içinde sayıyor. İtalya'nın geç merkezileşen, birçok yönden modernleşmeye direnen ve ilkel-feodal-kapitalist formasyonları uzun süre bir arada yaşatan yapısı tezde ayrıksı örnek olarak sürekli hatırlatılıyor.



Modern Dünya-Sistemi Analizine Sorularla


“Toplumsal Cinsiyet” Boyutu Katmak



Biyolojik belirlenimcilikle ve liberal iyimser ilerlemecilik teorileriyle iç içe geçen kadının toplumsal rollerini annelikle, duygusallıkla, yapıcılıkla, genetikle, bahşedilmiş fizyonomilerle, üretken-olmayan ev emeğiyle sınırlayan bu anlayışların karşısına Marksistler, sanayi üretimine fabrikada proleter olarak katılan “kaslı-yoldaş kadınlar”ın savaşımını önemsemek dışında ne koyabildi? Kadın üzerinden de ilerletilebilecek, fakat büyük resmi görmeyi ihmal etmeyen bir feodalizmden kapitalizme geçiş tartışması neden sönük kaldı? Modern devletin ata'nın hâkimiyetiyle değil de, erkekler eliyle sürdürülen genel egemenliğine dair neler tartışıldı? Kapitalizmin erkek ve kadın tarihi -özellikle feodalizmden kapitalizme geçiş çağında- yalnızca bu “cins”lerin özel tarihine odaklanmadan nasıl yazılabilir? Toplumun kadına bakışının zaman içindeki değişimlerinin analizi, genel yasal-kurumsal düzenlemeler ve toplumsal ritüellerdeki değişim hesaba katılarak nasıl yapılabilir? Sadece Batı Avrupa özelinde örnekler vererek süreci izlesek de, Avrupa kapitalizminin yayılarak modern dünya-sistemi haline gelmesinde ve diğer tüm üretim biçimlerini kendi kodları doğrultusunda değiştirmesinde “öteki” algı”lar”ı (coğrafi, ırki, kültürel, siyasal, ekonomik açı”lar”dan sömürgecilik ve emperyalizm) nasıl değişimler geçirmiş olabilir?



Pelizzon, bu soru(n)lar ve saptamalar doğrultusunda, kadının edilgenleştirilişini 1100'lerden 1600'lere dek Batı Avrupa’da dönemler halinde irdeliyor. Farklı tarihsel kesitlerde ve coğrafyalarda kadının konumunun sürekli kötüleştiğine ya da iyileştiğine dair mutlak bir yorum yapamayacağımızı savunurken, kapitalist geçiş süreçlerine direnen yerel güçleri ve varlığını sürdüren anahanlıkları (ataerki değil) da hesaba katıyor, merkezi modern devlet'in “doğum sancıları”na kulak dayıyor. Antropoloji, sosyoloji ve tarih disiplinlerinden beslenerek ortodoks Marksizm ve feminizm-ötesi bir Wallersteincı modern dünya-sistemi yorumu getirmeye çalışıyor. Belgelerin yetersiz kaldığı yerde, bulgularını varsayımlarla genişleterek -kimi yerlerde aşırıyorum'a kaçarak- bir dönemi aydınlatmaya uğraşıyor. Feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarına kendinden önceki literatürün katkılarını göz ardı etmeden yeni yaklaşımlar katıyor, boşlukları disiplinlerarası bakışın tanıdığı fırsatla dolduruyor. Bu açıdan, Wallersteincı modern dünya-sistemi analizinin kadın ve “toplumsal cinsiyet” konusunda açık bıraktığı teorik boşluğa önemli bir katkı koyuyor.



Kaynakça



Ağaoğulları, Mehmet Ali, “Jean Bodin: Egemen Devletin Belirmesi”, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, içinde, İmge Kitabevi Yayınları, 4. Baskı, 2009, s. 9-63.



Hobsbawm, Eric, “Feodalizmden Kapitalizme”, Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, içinde, çev. Müge Gürer ve Semih Sökmen, Metis Kitap, 3. Baskı, 1984, s. 172-178.



Pelizzon, Sheila Margaret, Kadının Konumu Nasıl Değişti?: Feodalizmden Kapitalizme, çev. Cem Somel ve İhsan Ercan Sadi, İmge Kitabevi Yayınları, 2009.



Wallerstein, Immanuel, Tarihsel Kapitalizm, çev. Necmiye Alpay, Metis Kitap, 3. Baskı, 2002; (Özgün İngilizce) Historical Capitalism, Verso Books, 1983.






*"Rosinante", ODTÜ Ekonomi Topluluğu Dergisi, Kasım 2010.

Bu eleştiri-tanıtım yazısını hazırlarken birkaç yerde tıkandım. Ustam Cem Somel imdadıma yetişti, çevirisi üzerine uzun uzadıya konuştuk. Önceden aldığım notlar beni siyasal düşünce tarihine ve antropolojiye doğru çekiştirirken, söyleşi sonunda bir de baktım ki, hoca beni çoktan ekonomi-politiğe yönlendirmiş bile; yönetmeden! Özgün İngilizce metne dair çocuk ısrarcılığı taşıyan usandırıcı sorularıma her zamanki anlayışlı tavrıyla yanıt verdi. Kendisine müteşekkirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder