Ara

Yüzyıllık iyilik



Ziya’ya Mektuplar, iki şair dostluğunun kalıcı ve sürekli olabileceğini, ölünceye kadar çok zarif bir biçimde sürebileceğini gösterdiği için ‘örnek’ mektuplardır. Bu mektuplara küçük bir roman, ‘İki Şairin Romanı’ ya da ‘Bir Dostluğun Şiiri’ diyebilirsiniz. Yüzyıllık iyilik, Türk şirinde Cahit Sıtkı ile Ziya Osman Saba’nın şiiridir, romanıdır, dostluklarıdır.


İnsan nereden başlayacağını bilemiyor. Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ziya Osman Saba’ya yazdığı Ziya’ya Mektuplar’ı (ilk baskı, 1957) yeniden okuyunca, bunun aslında bir ‘novella’ olduğunu düşündüm, küçük bir roman ‘İki Şairin Romanı’da diyebilirsiniz, ‘Bir Dostluğun Şiiri’ de. Ben ikisini de dedim, hatta yazılarımda bu mektuplardan örnekler vermediğim için kendime kızdım. Elbette iki dost şairin ilkgençliklerinden başlayıp ne yazık ki sadece songençliklerine kadar sürebilen kısacık yaşamlarının üzüntüsü de bir kez daha tekrarlandı bu mektupları okurken. 2010 yılının Ziya Osman Saba’nın 100. doğum yılı (30 Mart 1910 İstanbul) olduğunu biliyordum, yıl boyunca hep Saba ile ilgili bir yazı yazmak istedim, hatta gidemediğim bir etkinlikte “Ziya Osman Saba ve İyiliğin Şiiri” başlıklı bir konuşma yaparak ‘şiirin iyiliği, iyiliğin şiiri ve iyi şiir’ kavramları etrafında, bakmayın ‘kavram’ dediğime, iyilik ve şiir sözcükleri buluştuğunda kavram değil hayat olur, duracaktım. Nedense Cahit Sıtkı’nın da 100. doğum yılı (4 Ekim 1910 Diyarbakır) olduğunu unutmuşum. İyilik hatırlatır, iyilik iyiliği çağırır ve iyiler, iyilikler mutlaka birbirini bulur. Bu bazen Cahit ile Ziya’da olduğu gibi ‘erken iyilik’ olur, ki yaşamlarının kısacık olduğuna baktığımızda geç bile kalmış olduklarını düşünebiliriz. Erken ya da geç, ama bunun ‘yüzyıllık iyilik’ olduğuna, yüzyılın iyiliği olduğuna hiç şüphe yok. Şiirin demek ki kimseye iyiliği dokunmasa da şairlere dokunuyormuş! Eh bu da şiirin bir ‘teselli’ olduğunu düşünen Cahit Sıtkı’yı doğruluyor.


57 ‘candan’ mektup


1930-1946 yılları arasında yazılmış 57 mektup, Diyarbekir, Paris, Lyon, Ilıca, Burhaniye ve Ankara’dan İstanbul’a postalanmış hep. Galatasaray Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarından Cahit’in II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bulunduğu Paris’e, Almanların Fransa’yı işgali üzerine bisikletle (vasıta bisiklet olunca insan bunda bile bir şairlik buluyor!) Cenevre’ye geçip oradan Türkiye’ye döndüğü yıllara ve seferberlik nedeniyle sürekli uzatılan, böylece üç yıla yakın süren askerliğine uzanan bir dönemde yazılmış 57 ‘candan’ mektup, bu iki iyi şairi de yeniden ve bu mektupların, bu ‘novella’nın, bu hatıraların kılavuzluğunda okuma arzusunu duyuruyor. Üstelik bilhassa Cahit’in bazen ima ettiği, ama çoğu kere mektuplarından bir çığlık gibi duyulan yalnızlığın insanı gözyaşlarına boğacak derecede kuvvetli olduğunu da ekleyerek. Cahit “hareketin şairi”, kendi deyişiyle “yaşamanın Don Juan’ı”, ne var ki bu sıfatlar, yakıştırmalar yalnızca mektuplarda kalıyor, ne hovardalık ne çapkınlık yapmasına yetiyor, en yakın arkadaşı Ziya’ya yakınmakla kalıyor yalnızca. Yalnızlığı, kendini fiziksel olarak beğenmemesi, Ziya Osman’ın da yazısında işaret ettiği gibi “aynalara düşmanlığı”, onu şiir tutkusu kadar kesif bir alkol tutkusuna sürüklüyor. Yıllardır aradığı mutluluğu ‘yuva’sında bulmuşken, 1951’de nihayet evleniyor, 1956’da da vefat ediyor.


Küçük ama esaslı bir ‘anlatı’ Ziya’ya Mektuplar, bendeki ikinci baskı, yine Varlık’tan çıkan 2001 baskısı. İlk baskısını da Ziya Osman Saba’nın öldüğü yıl, 1957’de Varlık yapmıştı, yani Cahit’in ölümünden bir yıl sonra. İnsan tabii iyiliğin daha uzun ömürlü olmasını istiyor, iyilerin de. Biri 46, diğeri 47 yaşında, songençliklerinde ‘erken iyilik’lerini bu dünyaya bırakıp gitmiş iki şair, iki adam, iki insan, iki büyük iyilik. Cemal Süreya, Edip Cansever’in ve Turgut Uyar’ın ölümlerinin ardından küçük şiirler yazmıştır, küçük ama dokunaklı şiirler. Yazdığı en kısa yazı ise Ziya Osman Saba üstünedir, Şapkam Dolu Çiçekle (Ada Yayınları, 1976) kitabında ‘küçük bir mücevher’ gibi durur ya da ‘elmas bir şiir’ gibi: “Hep beyazı söyledi Ziya Osman Saba.../ Şiiri küçük dayının şiiridir. Günün birinde trafik kazasına kurban gidecek bir dayının. Vazgeçişten serinlikler çıkardı. Yetinmeyi bir mutluluğa dönüştürmek istedi. Sofanın şairidir.” Birkaç cümle aldım yazıdan, belki birkaç cümle de eklemek gerekebilir: “İyilikle yetindi” demek gerekebilir belki de, o yüzden şiiri de ‘büyük’ bir şiir olmadı. İyilikle yetinmekte elbette bir ironi var, ama ne fark eder, ironi ya da gerçek, iyilikle de mümkün olan pek çok şey yok mudur ve bunların da başında şiir gelmez mi bazen? Şiirle de “bütün mümkünlerin kıyısında” hissetmez miyiz kendimizi? Saba’nın “Bütün Saadetler Mümkündür” diyen şiiri, yetindiği o iyiliğin ‘hakiki’ şiiridir: “Bütün saadetler mümkündür.../ Şu kapının açılması,/ İçeri girivermen,/ Bahar, kuşlar, gündüz./ Ve bütün dünya/ Bir an içinde gürültüsüz./.../ Bütün saadetler mümkündür.../ Bahtsızların biraz gülümsemesi... / Körlerin gün görmesi,/ Mümkündür bütün mucizeler.../ Ana, baba, evlat, bütün kaybolanlar.../ Ebedi bir sabahta buluşmamız bir daha./.../ Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allah’a...” (1943)


‘Bütün saadetler mümkündür’


Birbirlerinin şiirlerini, Cahit’in asıl şiiri keşfettiği Galatasaray Lisesi yıllarından beri, çünkü Baudelaire ile orada tanışmıştır Cahit, şiddetle değil ama samimiyetle eleştiren, yol gösteren, düzelten ve ‘şöyle yazsan’ diye önerilerde bulunan iki şairin ‘eleştirel’ dostluğu da yansır bu mektuplara, örnekleriyle. Sözgelimi yukarıya yazdığım şiirin ilk hali için Cahit, Ziya’ya şunları yazacaktır: “‘Koşuvermesi topalların,/ Körlerin gün görmesi’ mısralarından birini atmak icap eder. Farkında olmadan aynı şeyi söylüyorsun; zira ikisi de bir fizik noksanın ansızın tamamlanması ve normale avdeti manasına geliyor. Bütün şiire bu gözle bakarsan aksayan mısraları derhal fark edersin. Bütün saadetler mümkündür! Ne güzel! Keşke mümkün olsa!” Ziya da öyle yapacaktır.


Hayatla şiirin iç içeliğini gösteren, günahlarla sevapların, zaaflarla erdemlerin bir arada yaşadığını yalansız biçimde ortaya koyan ‘hakiki’ örneklerle doludur Ziya’ya Mektuplar. İki şair dostluğunun kalıcı ve sürekli olabileceğini, ölünceye kadar çok zarif bir biçimde sürebileceğini de gösterdiği için ‘örnek’ mektuplardır. Kaldı ki mizaçları, alışkanlıkları, hayat karşısındaki tutumları neredeyse taban tabana zıt olmasına, üstelik iki şairin şiir anlayışları ve düşünceleri arasında da çok ciddi farklar bulunmasına karşın, hiç eksilmeyen, aksine gittikçe güçlenen sevgileri, hiç kopmayan bağları ve birbirlerine her koşulda bağlılıklarıyla da bence ‘şiir’ olmuş bir arkadaşlık ve dostluktur bu.


Yarısı şiir, yarısı hayat


Tek özlem şiir yazmak, daha iyi şiir yazmak değildir elbette, bu mektupların yarısı şiirse yarısı da hayattır, hem içimizdeki hem dışımızdaki hayat. Yuva özlemi, yar özlemi, evlenmek, mesut olmak ve artık şiirlerini bu duyguyla yazmak da şiir kadar yakıcı özlemlerindendir Cahit’in. Yalnızlık ve ölüm duyguları kadar kadın, yar ve yuva özlemiyle doludur bu mektuplar. Necatigil onun “Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem” dizesini bir dua gibi sık sık tekrarladığını söyleyerek, Tarancı’nın şiirinin hayata giden yolları, yaşamanın güzelliğini gösterdiğini belirtir. Ama o kapıyı erkenden açıp gitmiştir.


Yüzyıllık İyilik:Herhalde Türk şirinde Cahit ve Ziya’nın şiiridir, romanıdır, dostluklarıdır.



Haydar Ergülen, "Kitap Zamanı-Zaman Kitap Eki", 4 Ekim 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder