Ara

Hasan Ünal Nalbantoğlu’na Armağan

(der.) Adile Arslan Avar ve Devrim Sezer, İletişim Y., 2008.

Hasan Ünal Nalbantoğlu, hep öğrencileriyle bir “söyleşi”nin parçası olmuş bir öğretmen ve bir entelektüel. Beşeri ve sosyal bilimlerden doğa bilimleri ve mimarlığa uzanan bir yelpazede, çeşitli ilgilere dair zihin açıcı sohbetlerinden ve metinlerinden kaç kuşak yararlandı, yararlanıyor!

Sohbetler-ve-metinler diyoruz, çünkü Nalbantoğlu’nun dersleri, söyleşileri ve yazdıkları hep birbiriyle diyalog halinde, birbirini doğuran etkinliklerdir. Tıpkı sosyal bilimler ve felsefe arasındaki bağ gibi, bu ilişkiyi de hiç koparmamaya talimli bir entelektüel tavır vardır burada. Kendisiyle yapılmış uzun söyleşi, Nalbantoğlu’nun düşünsel macerası yanında, bu tavrı da özetliyor.

Bu söyleşinin yanında elinizdeki derlemede, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun ilgileri ve etkileriyle diyalog halinde üretilmiş özgün makaleler üç ana başlık altında bir araya getirildi. Bunlar, “Felsefi Uğraklar”a, “Sosyal ve politik düşünce”ye ve “Akademia, Kültür, Sanat, Mimarlık”a ilişkin yazılardır.

Tansu Açık, Bahattin Akşit, Adile Arslan Avar, Yiğit Aydın, Samet Bağçe, Ulus S. Baker, Fatma Umut Beşpınar-Ekici, Tanıl Bora, Yasin Ceylan, Sinan Kadir Çelik, Ahmet Çiğdem, Ahmet Alpay Dikmen, Zeynep Direk, Derya Erel, Ali Ergur, Özgür Emrah Gürel, H. Sinan Hoşadam, Yonca Hürol, Ahmet İnam, Orhan Koçak, Barış Mücen, Kaan H. Ökten, Elisabeth Özdalga, Doğan Özlem, Sanem Güvenç Salgırlı, Devrim Sezer, Belkıs Ayhan Tarhan, Nilgün Toker, Sezgin Tüzün, Şebnem Yalınay-Çinici, Erdoğan Yıldırım’ın katkılarıyla.

http://www.iletisim.com.tr/kitap/hasan-ünal-nalbantoğluna-armağan-1388.aspx

Tunus ayaklanması üzerine

Tunus ayaklanması niçin patlak verdi; nereye gidiyor? Türkiye’de yakından izlendiğini biliyorum; ama, belki de yeni öğeler içeren birkaç bilgi ve değerlendirmeyi bu köşeye taşımanın ilginç olabileceğini düşündüm.

Önce, Tunus’un makro-ekonomik göstergelerine bakalım. Yoğun bir toplumsal huzursuzluk nedeni olarak ilk akla gelen, uluslararası krizin yansımasıdır. Ne var ki, Tunus’un 2008-2009’u küçülmeden; sadece biraz yavaşlayarak atlattığını belirliyoruz ve doğrudan doğruya uluslararası krizden kaynaklanan toplumsal gerilim etkenlerini pek göremiyoruz.
 
Yakın geçmişin, örneğin son oniki yılın (1998-2009’un) ekonomik göstergelerine göz atalım. Burada da inişi-çıkışı olmayan; küçülme-kriz yılları içermeyen ortalama yüzde 4.7’lik bir büyüme hızı belirliyoruz. Bu, Hindistan, Çin gibi yıldızı parlayan ekonomileri saymazsak, Tunus’u çevre ekonomilerinin ön sıralarına (ve örneğin aynı dönem içinde üç küçülme yılı ve iki kriz geçiren Türkiye’nin ilerisine) yerleştiren bir “büyüme başarımı” oluşturuyor.

O zaman tekrar soralım: Tunus ayaklanması niçin patlak verdi?

Soruyu yanıtlamanın ilk adımı, ayaklanmayı tetikleyen olayı hatırlamak olabilir: 17 Aralık’ta Sidi Buzid kentinde seyyar satıcılık yapan, işsiz bir üniversite mezununun, Muhammed Buazizi’nin tezgâhındaki meyve ve sebzelere zabıta el koyar. Polise şikâyeti sonuçsuz kalan; dahası, hakaret gören ve dayak yiyen Muhammed bedenini ateşe verir; ondokuz gün sonra ölür.

Öyle anlaşılıyor ki, eğitimli, eğitimsiz tüm gençlerin işsizliğini çoğaltan bir büyüme sürecinin sancıları, Muhammed’in ölümüyle tekrar ve şiddetle hissedilmiştir. Gençler önce Sidi Buzid’de; sonra Tunus’ta protesto gösterilerine başlarlar. Gösteriler halk sınıflarının tüm katmanlarına yayılır; adım adım bir ayaklanmaya dönüşür. Başkan Bin Ali’nin önce şiddete dayanan önlemleri; sonra uzlaşı çabaları ve ödünleri sonuçsuz kalır. Ordu ve Başbakan Gannuşi ile anlaşarak ailesiyle birlikte ülkesini terkeder; Cidde’ye gider.

Anlaşılan, siyasi partilerin öncülüğünde değil, büyük ölçüde kendiliğinden oluşan bir toplumsal patlama söz konusudur. Önce hatırlatalım: Tunus, siyasi partileri, seçimleri, parlamentosu, sendikaları olan ve başkanlık sistemiyle yönetilen, görünüşte demokrat bir rejimdir. Fakat, aynı zamanda yirmi üç yıldan beri hemen hemen sınırsız yetkileri olan aynı Başkan’ın yönetiminde faşizan bir polis devletidir. 2014 seçimlerinden sonra “takdir-i İlâhi” gündeme gelebileceği için Bin Ali “saltanatı”nın karısı Leyla veya damadı Muhammed tarafından devralınacağı da beklenmekteydi.

Rejimin “demokrat” vitrini, “Başkana sadık” bir parlamenter muhalefeti içermektedir. Ana muhalefeti, 2009 seçimlerinde yüzde 5 civarında oy alarak 16 milletvekili çıkarmış olan Sosyalist Demokratlar Partisi temsil ediyordu. Geleneksel Komünist Partisi de uzun yıllar parlamenter sistemin bir parçası olmuş; 1996’da Yenilenme Hareketi adını alarak komünistliği terketmiş; son seçimlerde yüzde 1’in altında oy alarak iki miletvekili çıkarmıştır. “Seçimli demokrasi vitrini”, Bin Ali rejiminin ABD ve AB tarafından sınırsız boyutlarda desteklenmesinin gerekçesini sağlamıştır. Bu destek, Bin Ali’nin kaderi kesinlikle belli oluncaya kadar sürmüştür. Çalkantıların başlangıcında Tunus polisini destekleyecek birlikler yollamayı öneren Fransa, iki hafta sonra Bin Ali’nin uçağı için Paris’e iniş izni vermemiştir.

Tunus’un faşizan gerçeği ise, fiilen bir tek parti rejimi biçiminde ortaya çıkar. Bin Ali’nin, hükümetin, devletin partisi olan Anayasal Demokrasi Topluluğu her seçimde kural olarak oyların yüzde 85’ini toplamıştır. Şimdi ise, ayaklanan halk, Bin Ali’nin gitmesiyle yetinmiyor; iktidar partisinin de kapatılmasını istiyor.

Rejimin faşizan niteliğini yansıtan bir diğer boyutu; devlet aygıtı aracılığıyla vurgun, avanta, kapkaça dayanan, ilkel sınıf tahakkümüdür. Bu düzenin özellikleri ve boyutları Batılılarca biliniyordu. Bir tahmine göre, üç klan; Bin Ali, Trebilsa (karısı) ve Materi (damadı) aileleri, Tunus ekonomisinin yüzde 35’ini kontrol etmektedir ve bu varlığın önemli bir bölümü Batılı dev şirketlerle de ortaklıklar içindedir. Counterpunch sitesinde Esam Al-Amin’in kaleme aldığı bir yazıya inanılırsa, Bin Ali’den birkaç gün önce ülkeyi terkeden karısı Leyla, Merkez Bankası kasalarından bir buçuk ton altını Dubai’ye götürmüştür. Kamu varlıklarına doğrudan el koyma sicilleri hekesçe malum olan bu üç aile mensupları ayaklananlarca hedeflenmiş; akraba ve yarenlerden çok sayıda insan öldürülmüş veya gözaltına alınmıştır.

Kısacası, halk ayaklanmasının kendiliğinden oluşan hedefi, “rejimin değişmezliği”ni temsil eden herşeyden, Bin Ali’den, ailesinden, partisinden, destekçilerinden ve bunların oluşturduğu yağma, vurgun ve sömürü düzeninden Tunus toplumunun kurtarılmasıydı.

Halk ayaklanmasının parlamenter muhalefeti temsil eden partiler tarafından örgütlenmediği; hatta onların desteğiyle oluşmadığı ortadadır. Kavrayabildiğim kadarıyla, kitle örgütlenmesine potansiyel olarak yatkın olabilecek (ve Bin Ali rejimince yasa-dışı kılınan) iki siyasi hareket var: Tunus İşçilerinin Komünist Partisi ve (“Arap dünyasının en ılımlı İslamcı Partisi” olarak nitelendirilen) İslamcı El Nahda… Yöneticileri ve kadroları Bin Ali’nin polisleri tarafından büyük ölçüde etkisizleştirilmiş olan bu iki partinin ayaklanmaya hazırlıksız yakalandıkları ve “kervana sonradan katıldıkları” anlaşılıyor. Ayrıca, Burgiba’dan bu yana laik özellikleri titizlikle korunmuş olan Tunus toplumunda siyasî İslam’ın kitle tabanının çok derin ve yaygın olmadığı ileri sürülüyor.

Tunus toplumunun egemen sınıfları ise Bin Ali “safrası”ndan kurtulduktan sonra, düzeni eski yönetici ve siyasi kadrolarla sürdürmenin çabaları içindedirler; ABD ve AB tarafından da desteklenmektedirler. Ayaklanmanın “kendiliğinden” niteliği ve siyasi bir liderlikten yoksun olması, kurulu düzenin bu doğrultuda önemli mesafeler almasını kolaylaştırmıştır.

Tunus’taki toplumsal ayaklanmanın giderek bir devrime dönüşme olasılığı var mıdır? Şimdilik, “mümkün ama muhtemel değil…” gibi görünüyor.

Korkut Boratav, Birgün, 25 Ocak

Halk hareketinden 'parfüm devrimi' çıkartmak


Bin Ali'nin 30 yılı aşkın iktidarda tutulmasının tek nedeni olan İslamcı En-nahda Hareketi'nin Tunus'taki sözcüsü yaşananları bir devrim süreci olarak tanımlıyor. Bu sözü bir kenara not edip Türkiye'deki devrim/ci yorumlara göz atalım. Aslında Tunus'ta yaşananlar bu anlamda bir zihniyet çözümlemesi, hatta ideolojik önyargıların aynası sayılabilir.

Tunus'ta yaşananların bir devrim mi, halkın ekmek kavgasından ibaret bir ayaklanma mı yoksa sistem içi bir yenilenme mi olduğu konusunda hemen herkes zihnindeki hazır kalıplara bakarak konuştu. Bunda en önemli faktör Tunus'un dışarıya kapalı olması ve olayların ani bir biçimde gelişmesi kadar bu Arap-Mağrip coğrafyasına olan yabancılığımızdır. Tıpkı komşumuz Irak'a gerçekte ne kadar ırak oluşumuzu geç fark eden medya ve entelijansiyamızın durumu gibi...

Tunus'ta yaşananları anlamlandırmak için ortaya konan görüşler; çok moda hale gelen ve hemen hiçbir risk içermeyen ve genellemelerle yüklü jeopolitik, jeostratejik analizler adeta hazır ders notlarından çıkarılmış yazılar gibiydi. Bölgeye dair bilgisizliğimizi yaldızlı genellemelerle kapatmaya yönelik çabalar...

Bir halk hareketinden, muhalif bir başkaldırıdan heyecan duyması beklenen; baskı karşıtı ve özgürlüklerden yana olmakla övünen önemli bir kesim olaya ilk günden itibaren istihzaî bir bakış sergiledi. "Bu İslamcılar zaten devrim yapamaz" demeye getiren bir yaklaşım... Oysa Cezayir'de, Tunus'ta ekonomik ve siyasal hak taleplerinin nasıl bastırıldığını, sistem içi meşru yoldan iktidar yürüyüşünün nasıl provoke edilerek kitlesel ayaklanmaya ve ardından silahlı çatışmaya çekildiğini bilmeyen yok. Zeynel Abidin Bin Ali'nin başta Fransa olmak üzere "gelişmiş Batılı demokrasi"nin kıblesi ülkelerce İslamcı muhalefeti en acımasız yöntemlerle nasıl bastırdığını hatırlamak gerek. Foreign Policy'de Michael Koplow tam da bu konuya parmak basarak "Tunus devriminin niçin İslamcı olamayacağı"nı ispatlamaya çalışmış. Rejimin acımasızlığı, her türlü muhalefeti yerle bir ettiği, ülkenin en güçlü muhalefet hareketi En-nahda'nın hangi işkence yöntemleriyle yok edildiğini sıralamış. Bu tez bizdeki istihzadan daha tutarlı görünse de Tunus'taki toplumsal dinamikleri okumaktan uzak görünüyor. İslamcı muhalefetin gücünün organizasyon yeteneğinden çok taleplerinin toplumsallığından, sahihliğinden kaynaklandığını atlayan bir bakış açısı. Nitekim rejimi elinde tutanlar yeni düzenlemelere her an hazır olsalar da tek çekinceleri; daha özgürlükçü bir sisteme İslamcıların damgasını vurmalarıdır. Sürgündeki lider Gannuşi'nin dönüşü yeni dönemin önündeki en büyük sorun. Bu sorun ileri demokrasinin beşiği ülkeler için de hâlâ geçerli. Her ne kadar Gannuşi'ye İngiltere sığınma hakkı tanısa da, tatilini Tunus'un muhteşem sahillerinde yapması için Fransa, Almanya hatta İngiltere'nin Bin Ali'nin hâlâ dostu olduğunu söylüyor, Robert Fisk.

Tunus'ta gerçek bir devrimin yaşandığına inanmak isteyen ve gelişmeleri alabildiğine abartarak erken zafer ilan eden çevreler ise adeta önü açılmak istenen devrimin ne türden bir İslamcılık olduğuyla yüzleşme cesaretinden yoksunlar. Türkiye modelini İslamcılık olarak hazmedebilenlerin, Tunus aynasında kendilerini görerek içlerine sindiremedikleri durumu meşrulaştırmak isteyen bir halleri var. Baskı ve yok etme siyasetiyle ehlileştirilen, 'makulleştirilen' eski İslamcıların gelinen noktayı dönüşümlerinin başarısı ve haklılığı olarak görme eğilimleri Tunus'ta uç verdi.

Bu nasıl devrimdir ki, diktatör ülkeden apar topar kaçıyor ama yerine kimse gelmiyor? En-nahda Hareketi'nden nefret eden sistemin sahiplerinin ılımlı geçişi kendi kontrollerinde gerçekleştirmek istediklerini söylemeye gerek yok. Sistem değişecek, demokratikleşecek ama seçkinler kadrosu ayrıcalıklarını sürdürecek... Bu sihirli formül her zaman işlemeyebilir. Eğer küresel bir dizaynın parçası olarak gerçekleşiyorsa (Genelkurmay Başkanı'nın Amerika ile temas kurduktan sonra diktatöre kapıyı gösterdiği yönündeki söylentiler bunun işareti) makul bir İslamcılıkla pekâlâ gerçekleştirilebilir bu süreç.

'Makulleştirilmiş' bir İslamcılık dizayn ediliyorsa zafer işareti yapmak şöyle dursun, bundan ilk önce İslamcılık iddiasındakilerin kaygı duyması beklenir. Sonuçta, İslamcılık iddiasından vazgeçtikleri oranda sistemden yararlandıkları pragmatist örnekler bol miktarda mevcut. Tunus muhalefeti 'sistem'in pasta rüşveti sınavıyla karşı karşıya.

Sonuçta ortaya çıkacak olan: Ya sistemde gerçek bir dönüşüm yaşanacak ya da parfüm devrimi...

Akif Emre, Yeni Şafak, 20 Ocak

Hrant’ın Dili

Bugün dört yıl bitti. Yüzbinlerce insanın “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırdığı; Türkiye’nin, nefret söylemiyle ve kendisiyle yüzleşmeye başladığı günün üzerinden dört koca yıl geçti. Her şey söylendi, her şey yazıldı, her şey ortaya serildi. Her gün yeni kanıtlar, yeni ipuçları çıkıyor. Aslında katilleri de, cinayet emrini verenleri de, niyetlerini de bilmeyen yok şu ülkede. Bugün saat 15.00’te Agos gazetesinin önünde, Hrant’ın vurulduğu yerde durun, önünüze çıkan ilk yurttaşa sorun, o size anlatacaktır. Evet, herkes biliyor; bir tek devlet, hükümet ve davayı gören mahkemeler bilmiyor. O hükümet ki, başındaki kişi, “Bu cinayeti ortaya çıkarmak bizim namusumuzdur” demişti dört yıl önce; namusunu cinayeti aydınlatmaya feda edebiliyor.

Her şey söylendi Hrant için. Ben, ondan bana/bize kalan ama her zaman yeterince sahiplenmeyi beceremediğim; zaman zaman, içimdeki çatışmacı tortuların etkisiyle sürçtüğüm, öğrenmenin ne kadar güç olduğunu her gün biraz daha iyi anladığım Hrant dilinden söz etmek istiyorum bugün. Onun Hrantlaşmasına, anıtlaşmasına ve ölümüne neden olan “güvercin dili”nden, Ferhat Kentel’in deyimiyle “Hrantça”dan; bu ülkenin en has evlatlarından birinin bize miras bıraktığı dilden; nefretin, çatışmanın, düşmanlığın diline karşı barışın dilinden konuşmak istiyorum. Düşüncelerinden taviz vermeyen, yalan söylemeyen, tevil etmeyen, apaçık konuşan; ama söylediklerini karşısındakini ötekileştirmeden, nefrete, sevgisizliğe kapılmadan, yürekle ve vicdanla söyleyen, karşısındakinin yüreğine ve vicdanına seslenen dilden...

Nasıl edinmişti o dili; ne acılar, ne güçlükler pahasına? İnsanın yüreğine seslenmeyi nasıl öğrenmişti? Yüreği sanki avcunun içindeymiş gibi, öyle bir açıklıkla, şeffaflıkla dolaşırken aramızda, her adımda maruz kaldığı -sadece kendinin değil bütün mağdurların maruz kaldığı- ötekileştirmeye ve nefret söylemine rağmen, nasıl başarmıştı Hrantça konuşmayı? Onun benzersizliği ve hepimizi şaşırtan özelliği bu sorunun cevabındadır bence.

Hedef seçilmesi, kurban edilmesi de, hangi kesimden olursa olsun bütün iyi insanları peşine takan o dilin, nefret söyleminden başka dil anlamayanların meşum planlarını bozması yüzündendi. Hrantça yaygınlaşırsa, bu ülkede barış ve özgürlük tohumları yeşerebilir, sorunların çatışmayla değil diyalog ve uzlaşmayla çözülebileceği fikri kitlelere ulaşabilirdi. Bu yüzden; barışın dilini susturabilmek için öldürdüler onu.

Dilin Gücü

Dilin gücü, giderek daha iyi anlaşılıyor. Dil felsefesi boşuna gelişmiyor, dil’den her zamankinden daha fazla söz edilmesi de boşuna değil. Artık çatışma çözümü diye bir bilim dalı var ve orada, asıl dil üzerinde duruluyor, nefret söylemiyle hesaplaşılıyor. Dil, savaş da çıkarır barış da sağlar. Aynı düşünceyi düşmanlık ve nefret diliyle, çatışma ve savaş söylemiyle de ifade edebilirsiniz, barış ve uzlaşma diliyle de; hem de düşüncenizden hiç taviz vermeden. Son günlerdeki söylemlerden yüzlercesi, binlercesi arasından birkaç örnek, belki meramımı anlatmama yardımcı olur.

Önce Başbakan’ın dili ve söylemi. Neden mi onunkinden başlıyorum, çünkü o “baş” bakan; yani söylemi en fazla yayılan, en etkili kişilerden biri. Ancak Başbakan, hele de öfkelenince, savaş, çatışma, nefret dilinin kurbanı oluyor. Alın “ucube” söylemini, alın içki kısıtlamalarıyla ilgili “tıksırıncaya, patlayıncaya kadar için!” söylemini, alın protestocu gençlere yönelik sözlerini. Daha gerilere gidin, hatırlayın “Ananı da al da git”lerini, “kusura bakmasınlar” diye diye savurduğu kusurlu cümlelerini... Tabii ki bu dilin, bu söylemin arkasında bunu besleyen bir düşünce ve kişilik yapısı var. Daha da vahimi bu dilin, bu söylemin nefret ve çatışma diline alıştırılmış kitlelerde pirim yapacağı hesabı da var. Oysa, fikir aynı kalsa da meramını nefret söylemiyle, kavga diliyle değil; ötekileştirmeden, tahrik etmeden, karşı tarafa itmeden barış diliyle de anlatmak mümkün. Mesela, tam bir nefret ve düşmanlık ifadesiyle, “tıksırıncaya, patlayıncaya kadar için” demek yerine, “içkinin zararları hepimizce malum, özellikle gençliği korumak istedik, eğer yaşam biçimi ve kişi özgürlüğünü tehdit eden bir yanı varsa, düzeltiriz” demek mümkün ve çok daha ikna edici.

Çok farklı bir kesimden; karşı “cephe”den bir başka örnek: Yüreklerimizdeki yeri apayrı olan “Beynelmilel” filminin yaratıcısı; ötekileştirmeye karşı, barış ve özgürlüklerden yana olduğundan kuşku duyulmayacak bir genç arkadaş (yani tabii bana göre genç) geçenlerde köşesinde çok öfkeli bir yazı yazdı. Referandum’da “Yetmez ama evet” diyenleri ağır sözlerle eleştirirken “zelil” sözcüğünü kullanmaktan bile çekinmedi. Kimileri çok beterlerini telaffuz etmişlerdi; o günleri hatırlıyorum, iş vatan hainliğine kadar vardırılmıştı. Ama o ağabeyler ablalar, yani benim kuşağım, Hrantça’nın bilinmediği, bilinse de Hrantça konuşmanın uzlaşıcılık sayıldığı, devrimci kabul görmediği bir dönemin alışkanlıklarını taşıyorlardı. Oysa gençler bu yeni dili duymuşlardı, en azından Hrant’ı tanıyorlardı.

Yazarın, “zelil” sözcüğünün anlam yükünü bilmediğini düşünmüyorum, lügatı zengin ve renkli biri; yine de sözcüğün çeşitli anlamları yanında, yaygın kullanımda “aşağılık” anlamına geldiğini hatırlatayım bilmeyenlere. Zaten yazıdaki diğer cümleler “zelil”i besliyordu. Ben “yetmez ama evet” demiştim referandumda. Kendimi hiç de zelil duruma düşmüş hissetmiyorum doğrusu. Başka bir yazı konusu ama, bugün yine belki farklı bir sloganla ve belli rezervlerle aynı tutumda olurdum. İnattan veya kuyruğu dik tutmak için değil; demokrasi ve özgürlüklere milim yaklaşılması uğruna, kimden gelirse gelsin, ileri bulduğum adımları desteklemeye hazır olduğum için. Haa...Bu düşünce yanlış da olabilir, konuşuruz, ikna olurum veya ikna ederim. Ama size vatan haini veya zelil dendi mi, konuşma biter, diyalog olanaksızlaşır. İşte Hrant’ın, eğer sahiplenmeyi becerebilirsek bize miras bıraktı dil, insanları farklı düşündükleri, farklı siyasal tercihleri olduğu veya farklı etnik, dinsel, kültürel kimliklere sahip oldukları için “zelilleştirmeyen” dildir.

 
Ve bir özeleştiri

Örnekleri çeşitlendirmek yerine kendimden örnek vereyim. Bu aynı zamanda bir özeleştiri. Hrant’ın dilini öğrenmeye çabalayan yaşlıca bir öğrencinin, mezuniyet için çok çalışması gerektiğini fark etmesinin itirafı.

Bir süre önce “Bu Urba Kürtlere Dar Geliyor” başlıklı bir yazı yazmış; anadilde eğitim ve bir çeşit yerinden yönetim olan demokratik özerklik projesinin tartışılması, üzerinde düşünülmesi gerektiğini belirtmiştim. Bununla yetinmemiş, kaygılarımı ve o kaygılara bağlı eleştirilerimi de yazmıştım açık yüreklilikle. Gördüğüm tehlikeleri ve olumsuzlukları açıkça söylemezsem, gelecekte bu tehlikelere ve olumsuzluklara maruz kalabilecek Kürt ulusal hareketine, Kürt arkadaşlarıma, Türkiye’ye, barışa ve özgürlüklere karşı “suskunluk suçu” işlemiş hissedecektim kendimi.

Yazıya; hakarete varan, hatta hakareti aşan tehditler geldi. Bunları hiç önemsemedim. Her kesimden gelebiliyor böyle tepkiler. Zamanla, hakaretlere ve tehditlere karşı şerbetleniyorsunuz. Ama bir şeyi çok önemsedim: Yazının dilinin, Kürt hareketinin çeşitli kesimlerinde, Kürt arkadaşlarım arasında burukluktan öfkeye, haksızlığa uğramışlıktan tepkiye varan olumsuz bir ruh hali yaratmış olduğunu öğrendim. O yazıda, “Kürt hareketinin gelişmişliği artık köylü devrimciliğini aşmıştır ve belli dönemlerde ve yerlerde halkların özgürleşmesini sağlamış olan silahlı köylü devrimciliği, yöntem ve düşünce olarak bugün önemli tehlikeler barındırmaktadır,” diyordum öz olarak. Bunu söylerken Kamboçya başta olmak üzere birkaç da örnek veriyordum.

Şimdi kimse yanlış anlamasın, özeleştirinin hangi noktada olduğunu es geçmesin. Dünyanın farklı ülkelerindeki deneyimlerle doğrulanan bu düşüncemin sonuna kadar arkasındayım. Ama, bu kadar halisane niyetlerle yazılmış bir yazı böyle tepki doğurduysa, bunu sadece karşı tarafın yanlış anlamasına veya alınganlığına yükleyemeyiz. Yazanın (yani benim) dilimde, söylemimde Hrantça olmayan bir şey, bir yanlış var demektir. Barışın ötekileştirmeyen dilini kullanmayı daha iyi becerebilseydim, meramımı anlatır, daha da ötesi diyaloğa açık bir tartışma ortamı yaratıp etkili olabilirdim.

İşte böyle. Uzun süredir Hrantça konuşmaya çalışıyorum. Barışın ve anlayışın dilini kullanabilmek için “mücadele”, “savaş”, “düşman” gibi sözcükleri unutma temrinleri yapıyorum. Çünkü dilin düşünceyi belirlediğini biliyorum. Ama bakın, hiç de kolay değil barışın dilini kullanabilmek. Bu kadar gayretli öğrenciyim, yine de bütünlemeye kaldığım oluyor Hrantça’dan.

Sevgili Hrant hocamın, dil kursuna geç başlamış bir öğrenci olarak beni mazur görmesi; siyasetçilerin ve gençlerin ise bu kursa hemen kaydolmaları dileğiyle...Onun başlattığı milattan dört yıl sonra, bu satırları yazarken gözlerimden süzülen yaşlarla...

Oya Baydar, T-24, 19 Ocak

Boş Laf...

 "İnsanları 'yazdığından çok bilmek'le suçlayanların,
'bildiğinden çok yazmaması' tercih nedenidir."
Karikatür: Kürşat Coşgun

Bu ay içerisinde bu köşede ağırlıkla faili meçhul cinayetlere yer veril-di. Okuması ya da yazması zevk verdiği için değil. Unutulmasın, hatırlansın ve de sorumlulardan hesap sorulsun diye. Bu cinayetlerin failleri bulunmadığı sürece güvenli bir memleket değil burası. İleride yeni cinayetlerin olmamasını ancak bu cinayetlerin çözülmesi sağlayacak.


Sadece kamuoyu tarafından bilinen cinayetlerin değil, memleketin her tarafında siyasi sebeplerle işlenmiş her bir cinayeti aydınlatmak bu devletin vatandaşlarına bir borcu. Borcunu ödemeyen bir devlet, her çözemediği cinayetle kendi meşruiyetinden kaybeder. Yaşam hakkı ihlallerini umursamayan bir devlet o çok meraklısı olduğu itibarını da zedeler.


Vatandaşları ölürken umursamaz davranan, cinayetlerin soruşturulmasını engelleyen, bazı cinayetlerde içindeki birimleri kontrol edemeyen bir devletin sırmalı paşaları ya da lacileri çekmiş siyasetçileri büyük devlet törenlerinde kendile-rine vehmettikleri vakar ve ciddiyeti taşımaktan aslında çok uzaktır. Bu yazılar onlara bunu hatırlatmak için yazılıyor. Bir de bir devletle bir çeteyi ayıranın hukuka bağlılık olduğunu.


Sadede gelin.


Bu, işin devlet erkânını ilgilendiren kısmı. Matbuattan beklenen ise cinayetlerin üzerinin örtülmesine engel olması, dezenformasyonu engellemesi, bunları yapamıyorsa da en azından boş boş konuşmaması.


Bu boş konuşma hadisesi geçen bir iki gün içinde Uğur Mumcu hakkında fikir beyan etmesi gelen iki matbuat üyesi sebebiyle aklıma düştü. TRT Haber kanalında Uğur Mumcu hakkındaki bir belgeselde konuşan Mehmet Altan özetle Mumcu’nun devlet istihbaratıyla ve bürokrasisiy-le çok içli dışlı olduğunu hatta devlet içindeki hesaplaşmalarda yazılarıyla rol oynadığını ima etti. Bir gazetecinin ‘yazdığından çok bilmemesi’ gerektiğini de ekledi.


Uğur Mumcu hayatı boyunca yazdıklarından hoşlanmayanların ideolojik duruşuna göre CIA, KGB ve MİT ajanlığıyla suçlandı. Bazı bilgilere nasıl ulaştığına aklı ermeyenlerin ilk sarıldıkları silah ‘ajan’ suçlamasıydı. Bir kişinin Avrupa’daki adresini nasıl bulduğunun imalı bir şekilde sorulması üzerine kaynağının o kişinin bulunduğu şehrin telefon rehberi olduğunu söylemesini hatırlıyorum. Bir telefon rehberine bile bakmaktan aciz olanların önüne geleni ajanlıkla suçladığı bir fikir dünyası burası.


Oku


Sayın Altan geçen sene Mehmet Ali Ağca serbest kaldığında şöyle yazmıştı mesela:


“Önceki gün TV24’te (...) Uğur Mumcu’nun yıllar önce bana söylediklerini naklettim. Uğur Mumcu, Ağca’nın ‘Abdi İpekçi’nin vurulacağını bildiğini, oraya bu nedenle gittiğini ama tetiği Oral Çelik’in çektiğini” söylemişti. Özen gösterip isim zikretmemiştim.’


Altan’ın 2010 senesinde gizli bir bilgi olarak sadece fısıltıyla konuşulduğunu sandığı ve özen gösterip zikretmediği bu haber Uğur Mumcu’nun ‘Papa Mafya Ağca’ kitabında 1984 yılında yazıldığından beri herkesin malumuydu. Abdi İpekçi’yi Oral Çelik’in öldürdüğünü söyleyen kişi bizzat Mehmet Ali Ağca’ydı. Hem de İtalya’da Rebibbia Cezaevi’nde savcı Martella, savcı Scorto, zabıt kâtibi Arnoldo, Papa davası tanığı Uğur Mumcu ve bir tercümanın huzurunda 1983 senesinde.


İnsanları "yazdığından çok bilmek"le suçlayanların,
"bildiğinden çok yazmaması" tercih nedenidir.

Ölü tasnifçisi


Bu mevzuyu açmamın sebebi ikinci kişi ise Emre Aköz. Geçen günlerde köşesinde ‘Uğur Mumcu demokrasi şehidi değildir zaten demokrasiyi ‘cici demokrasi’ diye küçümserdi diye yazmış’. Mumcu’nun o kavramı kullandığı yıllarda ‘cici demokrasi’, ‘Filipin demokrasisi’ anlamında, halkı küçümseyen, onun çıkarlarını kaale almayan şekilden ibaret, sandık demokrasileri için kullanılırdı. Hadi o günleri geçtik, daha sonrasında da tarikat-siyaset-ticaret üçgeniyle mücadele edebilmek için dinci partinin de Marksist partinin de özgürce var olması gerektiğini ifade etmiş, siyasi özgürlükleri tanımayanlara ‘gizli faşist’ demiş birinden bahsediyoruz.

Bu da bir yana, cinayetle öldürülmüş insanları o demokrasi şehidi bu değil diye tasnife tabi tutmaya çalışacak kadar boş vaktiniz varsa, Uğur Mumcu cinayetinin dava dosyasını adresini-ze yollayabilirim. Boş vaktinizi en azından bu cinayetin aydınlatılması için kullanırsınız. Bir işe yarayacağınızı sanmam ama muhakkak ölüleri kategorilere ayırmaktan daha faydalı bir iştir.


Bunları böyle bir günde polemik amaçlı yazmıyorum. Söyledikleri arşivlere geçiyor, ileride arşivlere bakacak olanlar kimi okuduklarını anlasın diye yazıyorum.


Not: Bugün ‘Mumcu Suikastı’ düzenleyicilerinden yargı karşısına çıkarılamayan suçun asli failleri ve azmettiricileri hakkında yürütülen soruşturma ve kavuşturmada ihmali görülen yetkililer hakkında cezalandırılmaları istemiyle suç duyurusunda bulunuyoruz.

Özgür Mumcu, Radikal, 24 Ocak.

Tereddüt Üzerine

"Kültür ve iletişim bilimci Joseph Vogl, Freudun 'Michelangelo'nun Musa'sı' başlıklı makalesinden hareketle bir tereddüt teorisi geliştiriyor ve Batı kültürüne damgasını vurmuş olan eylem tarihinin vazgeçilmez eşlikçisi olarak tereddüdün işlevine ışık tutuyor.

Joseph Vogl, Tereddüt Üzerine, Metis, 2011.

Yazar bir duygu olarak tereddüdün tarihini incelemek üzere edebiyat yapıtlarını, Aiskhylos'un Orestei üçlemesini, Schiller'in Wallenstein'ını, Musil'in Niteliksiz Adam'ını ve Kafka'nın Şato'sunu ele alıyor. Hatta Kafka'nın yazma faaliyetinden yola çıkarak bir tereddüt yöntemi ya da yöntemsel bir tereddüt tavrı öneriyor. Her zaman bir irade zafiyeti, bir kararsızlık ve eylemliliği ketleyen bir atalet olarak görülen tereddüt, Vogl'un metninde aktif ve kurucu bir öğe olarak öne çıkıyor.

Kendi sığ hedeflerinden başka bir şey görmeyen bir reel politikanın "hazırcevaplığının" karşısına "seküler bir güce duyulan gizli umudun" mekânı olarak tereddüdün yaratabileceği imkânları çıkaran bu güzel kitap hem edebiyat ve felsefeyle ilgilenen okurlara hem de olağanüstü belirsizlik koşulları altında siyasetin imkânları üzerine kafa yoran okurlara hitap ediyor." (arka kapak)
 

Gülten Akın'sız şiir,manzumdur...



Şiir Üzerine Notlar, Türk şiirini oluşturan tek tek şairlerin bir araya getirildiği bir anatomik harita... Dağlarca'dan Murathan Mungan'a, Haşim'den Enis Batur'a, geçmişi ve bugünüyle, Türk şiiri için ince elenip sıkı dokunmuş yazılar...
Gülten Akın, (akademisyenlerimizin nedense kaçındığı yerde) şiir üzerine yazmak hakkını kullanıyor.
Kitap, Ahmet Muhip Dranas, Metin Altıok, Süreyya Berfe, Ahmed Arif, Mehmet Yaşın, Barış Bıçakçı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu, Attila İlhan, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Metin Eloğlu, Can Yücel, Ahmet Haşim'den bahsediyor, şiirlerinden örnekler veriyor.

Gülten Akın, Attilâ İlhan üzerine yazarken Kemal Tahir'e başvuruyor, iki yazarı karşılaştırarak yerel dile hâkim olmada merkez-taşra ayrımına dair harika bir yol izliyor. O birkaç sayfa, Türk edebiyatına bedel, onu yatay kesecek bir tartışma...

Cemal Süreya'ya mesafeli yaklaşıyor; onunla dostluğu, keskin eleştirmenliğini gölgelemiyor. Orhan Veli'ye ustaca yüklenişi, Veli'deki kuruluğu keşfi ve okura işaret edişi hayranlık uyandırıyor. Tanpınar'ın "Bursa'da Zaman"ı Gülten Akın'dan sonra bambaşka... Ahmed Arif'in mahpusluğunda ona en uzak şeyin sevgiliye duyulan aşk, en yakın şeyin ise özgürlüğe aşk olduğunu hatırlatıyor. Hapishane öyküleri ve Ahmed Arif analizleri, Gülten Akın'dan sonra başka görünüyor gözüme...

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru

Son anayasa değişikliği ile Türkiye, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru hakkını kabul etti. Anayasa’nın 148. maddesine eklenen bu konuyla ilgili paragrafta şöyle deniyor: “Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir...”

Bundan da anlaşılacağı gibi, AYM’ye başvurabilmek için ihlal edildiği iddia edilen hakkın hem Anayasa’da, hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alması gerekiyor.

AYM’lere başvuru hakkı, bireyin hak ve özgürlükleri bakımından ek bir güvence sağlayan ve birçok devlet tarafından kabul edilen bir yol. Öte yandan yeni bir iç yargı yolunun kurulmasıyla, Türkiye’den AİHM’ye yapılan başvuruların sayısında da önemli bir azalma olabilir.

Yeterli ve etkili yargı yolu

Ancak bunun için, AİHM’nin, AYM’yi etkili ve yeterli bir iç yargı yolu olarak kabul etmesi gerekir. AİHM, AYM’nin etkili ve yeterli bir yargı yolu olmadığına karar verirse, o zaman AYM’ye gitmeden doğrudan AİHM’ye başvurma olanağı var. İç yargı yolunun etkili ve yeterli olduğunu göstermek ilgili devlete düşüyor. Örneğin, AYM makul bir sürede karar vermediği için etkisiz olabilir.

Apostol/Gürcistan (2006) kararında, AİHM, Gürcistan AYM’ye bireysel başvuru hakkının, devletin bu yolun etkili olduğunu kanıtlayan somut bir örnek gösterememesi, ayrıca hak ihlali saptandıktan sonra Anayasa’da bunu düzeltecek önlemlerin bulunmaması nedenleriyle etkili ve yeterli bir iç hukuk yolu olmadığına karar verdi.

Türk Anayasa’sındaki bireysel başvuru hakkının etkili bir iç hukuk yolu sayılması için, AYM’nin makul bir süre içinde karar vermesi, AİHM kararlarındaki ilkeleri göz önünde bulundurması önem taşıyor.

Hükümet, TBMM’ye AYM Kuruluş ve Yargılama Usulleri hakkında bir yasa tasarısı gönderdi. Tasarıda, bireysel başvuru hakkı da düzenleniyor.

Tasarı soyut norm denetimine izin vermiyor. Başka bir deyişle, bir yasa bazı hak ve özgürlükleri ihlal ediyorsa, bu yasa size uygulanmadan AYM’ye başvuramazsınız. Ancak, yasa uygulandığında sizin hak ve özgürlüğünüzü ihlal edeceği kesinse, AYM’ye gitmeden AİHM’ye başvurmak olanağı var.

Tasarının en fazla tartışmaya yol açabilecek yönü, AYM bir hak ve özgürlüğün ihlaline karar verdiğinde, bu ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için atılacak adımlar.

Anayasa Mahkemesi yargı kararını iptal edebilir mi?

AYM, hak ve özgürlüğün, bir yargı kararı sonucu ihlal edildiğine karar vermişse, tasarı, AYM’ye bu yargı kararını iptal etme yetkisini veriyor. AYM’ye verilen bu yetki, bireysel başvuruyu düzenleyen Anayasa’nın 148. maddesi ile bağdaşmıyor. 148. maddeye göre, AYM’nin yetkisi insan hakları ihlalleriyle sınırlı. AYM’nin, Yargıtay ya da Danıştay tarafından onanıp kesinleşen bir kararı, bir üst mahkeme gibi, usul ya da esas yönünden inceleyip iptal etmek gibi bir yetkisi yok. AYM sadece yargı kararının insan hakları ihlaline yol açıp açmadığını saptayabilir. Anayasa’nın vermediği bir yetkinin yasayla verilmesi hukuka aykırı. AYM’nin ihlali saptadıktan sonra, yeniden yargılanmak üzere kararı yetkili mahkemeye geri göndermesi gerekir.

Tasarı, bir ihlal durumunda, AYM’nin tazminata hükmedebileceğini de öngörüyor. Bu madde de, AYM’nin yetkilerine ve konumuna aykırı. Örneğin, mülkiyet hakkının ihlal edilmesi durumunda, AYM’nin tazminata karar verebilmesi için birinci derece mahkemesi gibi çalışmasına, bilirkişi atayarak taşınmazın değerini saptamasına, dosyanın ayrıntılarına girmesine gerek var. Oysa, AYM’nin ne işlevi ne de yapısı buna uygun değil.

Nasıl ki, Alman Anayasa Mahkemesi’nin de bireysel başvurularla ilgili olarak tazminata karar verme ya da mahkeme kararını iptal etme yetkisi bulunmamakta. Bir hakkın ihlal edildiğini saptadıktan sonra, kararı yetkili mahkemeye gönderiyor.

Bu maddeler, tasarının amacı konusunda kuşkulara yol açıyor. TBMM komisyonlarında görüşülmesi sırasında, bireysel başvuru hakkını zayıflatan bu hususların düzeltileceğini umut ederiz.

Rıza Türmen, Milliyet, 14 Ocak 

"Üçüncü Dalga" ve Bir Kitap Başlığı Nelere Kadir?

Üçüncü Dalga: Geç 20. Yüzyılda Demokratikleşme’de akademisyen ve siyasi danışman kimliklerini birlikte kullanan Samuel P. Huntington, dünyada demokratikleşme süreçlerinin aktif bir figürü olarak karşımıza çıkıyor.

Soğuk Savaş’ın son yıllarında otoriter veya totaliter rejimlerin demokratikleşme süreçlerini siyasal, ekonomik, kültürel, sosyo-psikolojik, diplomatik, jeostratejik açılardan inceleyen Huntington, ülkelerin tarihsel birikimlerinin özgürleşmelerinin önüne çıkarttığı engellere ve fırsatlara değiniyor. Dünyadaki ilk iki demokratikleşme dalgasını, ayrıca 1974-1990 dönemini bugün siyasal alanın “temel” değerleri arasında sayılan demokrasi, çoğulculuk, serbest seçimler, insan hakları, erkler ayrımı, piyasa, sivil toplum, adil gelir dağılımı, anti-otoriterizm, şeffaflık, sivil-asker ve din-devlet ilişkileri üzerinden tartışıyor.

Yazar, bu “büyük dönüşüm”ün yerel/küresel etkilerini “saptıyor”, ülkelerin iç dinamiklerini kuran olguları -uluslararası siyasetin yeni bileşenlerini de göz önünde bulundurarak- “yönlendirme”yi hedefliyor. Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’nın birçok ülkesinin siyasi tarihlerinin özetleriyle zenginleştirilmiş bu akademik çalışmaya, bölüm sonlarındaki “demokratikleştirenlere öğütler” başlıklı bir tür “Machiavellist danışmanlık notları” eşlik ediyor.

Üçüncü Dalga’yı okurken, şu sorunun hemen her sayfaya yayıldığını fark ediyoruz:

Geçmişte düzenli birer demokratik kamusal alan oluşturamamış, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yaklaşık 30 ülke, “üçüncü demokratikleşme dalgası”nın saptadığı yeni düzenin kuralları çerçevesinde istikrarlı demokrasiler haline gelebilecekler midir?

çev. Ergun Özbudun, Kilit Yay., 2011.
 Şu son 2-3 yılın canalıcı gelişmeleri yine beş deniz havzasındaki toplumsal-siyasal hareketler üzerinden tartışılıyor. Halkların geleceği yine çokdenklemli bir hesap üzerinden çatılıyor. Yakın coğrafyada şekillenen projeksiyonlar, son 30-40 yılın tarihsel penceresinden baktığımızda, aslında pek de sanıldığı gibi "her şeyin değiştiği bir yeni dünya"da yaşamadığımızı gösteriyor. Bir Ortaöğretim Atlası'na avuçiçimi yerleştirdiğimde, izimi kaplayan alan, sürekliliklerin asli kopuşların ise tali olduğunu hatırlatıyor... Elbette siyasal alanın kimi aktörleri ve parametreleri değişebiliyor ama birçok noktada ülkelerin "kaderleri" sanki alttan alta benzer süreçleri tekrarlıyor. 

Özgün İngilizce baskısı 1991'de yapılan, Türkçeye 1994'te çevrilmeye başlanan ve ilk defa 1996'da yayımlanan Üçüncü Dalga: 20. Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma kitabını, Türkçedeki ilk yayımından 14 yıl sonra yeniden yayına hazırladığım dönemde, hergün gazete sütunlarını dolduran "demokratikleşme" denklemlerini yeniden düşünme fırsatı buldum.

İlk iş, kitabın altbaşlığını değiştirerek çeviriye siyasal bir alternatif katmaya cüret ettim. İlk çeviride tercih edilen altbaşlık 20. Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma idi. Ne var ki, hem özgün metindeki "Democratization in the Late 20th Century" ibaresindeki çarpıcılık, hem de metnin tamamı dikkate alındığında Huntington'ın vurgusunun "geç" dönem literatürüne bir katkı koymak olduğunu düşündüm. "Geç Dönem"in edebiyat, tarih, sanat, mimari ve politikaya yayılan o geniş literatürüne yazarın koyduğu stratejist katkıyı ön plana çıkarmaya çalıştım.

Başlık, sanırım, "20. Yüzyılın Sonundaki" olay-olgu kümesini aktarmanın ve saptamanın ötesinde, "demokratikleşme" kavramına dair üç devirlik (a.1882-1940, b.1940-1973, c.1974-1990 vd.) bir dönemselleştirme ve coğrafi-siyasal bakımdan yeni bir paradigma yaratmaya çalışıyordu. Akademisyen kimliğiyle "durum saptayan, az da olsa ucu açık gelecek göndermeleri yapan" ve danışmanlık boyutuyla politika-yapıcıları "yönlendirme" kaygısı güden bir "siyasal" yazarla karşı karşıyayız. Elimizdeki metni ideolojik hale getiren temel nokta, belki de onun bu birbirinden ayrılmaz ikili niteliği...

Huntington'ın seçtiği 1974 ve sonrası yıllar, onun dünya çapında ilk nüvelerini işaret edip geri çekildiği bir evrensel değişimin kodlamalarını içeriyordu. Kitabı salt "tarih aralığı" olarak "20. Yüzyıl Sonu" altbaşlığından okumak, bu paradigmatik kodlamayı pek hafife alma anlamına gelebilirdi.

Oysa Huntington, bu çalışmasında, Türkiye'de "Medeniyetler Çatışması" makalesindeki kötü şöhretinin ötesinde değerlendirilebilmeli. "Medeniyetler Çatışması" makalesinden üç yıl önce yayınlattığı bu eserinde onu hem stratejist hem de akademisyen olarak bir "yeni dünya kurucusu, aktivisti" olarak görebiliyoruz. Öyle ki, elindeki veri tabanı çok geniş, karşılaştırmalarında dönemin tüm muğlaklığını kavramaya dayalı analiz sepetleri kullanıyor. Ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyleriyle toplumsal hareketlerin ilgili ülkelerde nasıl yönlendirildiğine dair geniş skalası ise ezberlerimizi cidden sarsacak nitelikte...

Kolaycı zihinleri karıncalandırabilecek, Post-Sovyet döneminin olası yansımalarını bilgiççe tarif etmekten kaçınan ve tam da bu yüzden muğlaklığın teorisini kurmaya yeltenen bir jeo-stratejist var karşımızda...

Muğlaklık, sanki yeni ekonomi-politik için bir fırsat kapısı onun gözünde... Pür liberalizm taraftarlarına; hemen her ülkenin özgün siyasal ve toplumsal tarihlerinden getirdiği örneklerle "demokrasi projeleri"nin yarım kalabileceği imasında bulunuyor Huntington. Her ülkede öğrenci isyanının yeterli olamayabileceğinin, askeri yapılanmaların otoriter sistemlerden çıkıştaki yarar/zararlarının, uluslararası sivil toplum örgütlerinin aslında hiç de sanıldığı kadar ülkelerde direkt sonuca ulaşamayabileceğinin, erk ayrımlarının ülkelere evrensel bir ilke/şema olarak dayatılmasının onlara geçmişte ne belalar açtığının, milli gelirdeki artışın siyasal rejimlerdeki etkisinin nasıl değişkenlik gösterdiğinin analitik bir değerlendirmesi olan bu kitap, tam da bu özgün karşılaştırma sepeti sayesinde "20. Yüzyıl Sonu" gibi takvimci bir adlandırmadan ziyade "Geç 20. Yüzyıl" gibi kendi paradigmasını kuran yeni bir dönem olarak çalışılmalı ve çeviri de bu anlamı içerebilmeli diye düşündüm. 

Eserin çevirisini bu gözle yayına hazırlamayı ve nereseyse tümüyle baştan ele almayı denedim.

Ersinhan Ersin'in tok kapak tasarımını ise, bu yeni kurucu paradigmanın, dalganın kendi ilkelerini değişim sürecindeki ülkelere işlemesiyle, sark(ıt)masıyla birlikte okumaya çalıştım: Dağınıklığı ve karmaşayı "ilke" edinen, kendi muğlaklığının düzenini siyasi rejimlere ve halkların bilincine de aşılayan, komşu ülkedekiyle yetinmeyip anında okyanus ötesinden de ateş isteyebilen ya da o ateşe maruz kalabilen bir ağsı durum... Siyah renk, hiç hesapta yokken bu karmaşayı bütünledi adeta...

Huntington'ın kesinlikten uzak duran, temkinli stratejist tutumunun önderlik ettiği bir akademik çalışmaydı bu... Benim için en kritik nokta buydu. "Geçiş" dönemi sancılarını dünya çapında kavramaya çalışan bir akademisyen-danışmanın uzun vadede bu "geç dönem"e dair dağınık bıraktığı notlar, onun kafa karışıklığından ziyade, dönemin ruhundan kaynaklanıyordu sanırım. Bugün ise "taşlar biraz yerine oturuyor" dediğimiz anda, yepyeni toplumsal hareketlerle karşılaşabiliyoruz. Hem Huntington'ın bu kitaptaki önermelerini yanlışlayan, hem de onun "olabilir" şerhiyle düştüğü yeni olasılıkları doğrulayan bir dönemdeyiz.

Huntington yaşasaydı, "3. Dalga devam ediyor" der miydi, bilemiyorum ama onun özellikle bu kitapta Afrika-Ortadoğu-Balkanlar ve özellikle Akdeniz üzerine çizdiği kimi şablonlar, bugün Tunus, Libya, Cezayir, Lübnan, Mısır, İran, Filistin, Yunanistan, Polonya, Bulgaristan, Brezilya, Çin ve Türkiye açısından oldukça manidar... Her halk hareketine "devrim" ya da "isyan" güzellemesine giden, başkaldırıdan otomatikman sosyalizm veya anti-emperyalizm payesi çıkaranlara bu coğrafyanın tarihini hatırlatan bir kitap bu... Temkinliliği esas kılıyor, veri analizini tarihe buladıktan sonra, heyecana yenik düşmüş yargıları geleceğe kavislemeye/kavilleşmeye çabalıyor. 

"Geç Dönem" işte bu yüzden sürüyor, "20.Yüzyıl Sonu" adlandırması ise Huntington'ın bu projeksiyonunu anlamaktan uzak kalıyor, takvim yaprağı gibi buruşturulmaya mahkûm oluyor.

Netleşmiş, harcı bizden önce karılmış, yazarının her şeyi çokbildiği metinlerden içi kalkan; başlara ve sonlara değil, süreçlere ve geçişlere odaklanmayı düşünen, kateşizmden makas almak isteyenlerimiz için bu kitap nefes açıcı olabilir.   




'Sömürgeleşmiş zihinler'le satranç oynamak...

Naipaul konusunda bir daha yazmamaya karar vermiştim, ama bakıyorum, hâlâ bu meseleyi gündemde tutmaya ve beni 'günah keçisi' olarak kurban etmeye çalışanlar var...

İşe, Naipaul'un Türkiye'ye gelmesinin ve ona yöneltilen eleştirilerin, hazretin yüzüne karşı yapılarak 'medenî' bir tartışma zemininin yaratılmasının doğru olacağı iddiasında bulunanlarla başlayalım. Senaryo şu olacaktı: Farzedelim ki, Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplantısına katılacak, Naipaul'un, Edward Said'in deyişiyle, bir 'sömürge aydını' olduğunu, onun başta İslam olmak üzere, Batı'nın Yahudi-Hıristiyan medeniyeti dışında kalan kim ve ne varsa, tümünü saldırgan ve galiz bir biçimde aşağılayan bir 'brown sahip' ('kahverengi efendi') olduğunu, bu konuda kendisini nasıl savunacağını sormaya kalkacak olsaydım, zihinleri sömürgeleşmiş Türk aydınları, hemen vaveylayı koparacak, 'Arkadaş, burada edebiyat konuşuyoruz! Buraya edebiyatın sorunlarını tartışmaya geldik! Bu sözlerin yeri burası değil!' diye müdahale edecekler, beni susturmaya kalkacaklar, Naipaul'u fanatik İslamcılara 'hedef' gösterdiğimi öne sürecekler, bu konuda bugüne kadar yazılanlardan çok daha ağır ve hakaretamiz köşe yazıları döşeneceklerdi! Üstelik Naipaul İstanbul'dayken;- yani, tam da hedef olabilecek konumdayken! (Hamle 1!)

İyi bir satranç oyuncusunun akılyürütme yeteneğinin, rakibin hamlelerinin ne olacağının önceden kestirilmesine bağlı olduğu söylenir. Naipaul'un İstanbul'a gelmekten vazgeçmesinden dolayı beni sorumlu tutanlar, acaba bu söylediklerimi hesaplamışlar mıdır?

Yine farzedelim ki, davetli olduğum Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplantısına, toplantıyı protesto ederek gitmedim (Naipaul gelseydi, elbette katılmayacaktım toplantıya!). Peki, bir başkası Naipaul'u eleştiren bir konuşma yapar mıydı? Hiç sanmam! Hiç sanmam,-çünkü, daha sonra kendilerine 'Niçin Naipaul'u eleştirmediniz?' diye sorsam, verilecek cevabın ne olduğunu biliyorum: Bana, geleneksel Türk misafirperverliğinden söz edecekler, 'Adam, bizim misafirimiz olarak gelmiş! Ayıp olmaz mıydı?' diyeceklerdi;- bundan da hiç şüphem yok...(Hamle 2!)

Dahası, toplantıda, farz-ı muhal, Naipaul'un İslamofobisi söz konusu olsaydı bile, geçen yazılarımdan birinde yazdığım gibi, zihinleri sömürgeleşmiş Türk aydınları(!), 'Bakınız Sir Vidia, biz Endonezya, İran, Malezya ve Pakistan Müslümanları gibi değiliz. Biz onlardan farklıyız. Biz, laik, modern, çağdaş Müslümanlarız!' diyecekler ve ezip sömürülen Müslüman halkları ötekileştirerek, 'kahverengi sahib' Naipaul'un gözüne modern, Batılı 'bembeyaz Türkler' olarak girmeye yelteneceklerdi! Bundan da adım gibi eminim! (Hamle 3!)

Her şey, 'sömürgeleşmiş zihinli' Türk aydınları tarafından, Naipaul lehine gerekçeler üretmek üzerine kurulduğundan, ben her halükarda okka altına gidecektim. Elbette, bunlara bir de, daha önce cehaletleri, budalalıkları, saçmalıkları ile durmadan ve bıkmadan teşhir ettiğim şahsiyet(siz)lerin kuyruk acılarıyla 'fırsat, bu fırsattır!' diyerek karaçalma kampanyasına katılmaları da eklenince, durumun tam bir linçe dönüşmesine de şaşmamak gerekir. İşin en acı yanı, beni destekleyeceklerini düşündüklerimin, ağızlarını açıp tek kelime etmemeleri oldu. Sevgili Yağmur Atsız'ın 'Star' gazetesinde, sevgili Hasan Pulur'un 'Milliyet' gazetesinde, sevgili Atılgan Bayar'ın 'Akşam' gazetesinde yazdıklarını burada şükranla anıyorum...

Bu son on gün içinde 'sömürgeleşmiş zihinler' tarafından aleyhimde yazılan yazılar, vız gelir tırıs gider! Onlar kendilerini ele veriyorlar ve Müslüman Türk halkı karşısında şah mat olduklarının farkında bile değiller!

Hilmi Yavuz, Zaman, 8 Aralık 2010.

En ölümcül günah

Hilmi Yavuz sormuş: “İngilizler Hindistan’da, Kenya’da İngilizceyi; Fransızlar Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta Fransızcayı, yerli halklara, dilleri sadece kendilerine kalsın diye mi, kafalarına vura vura zorla öğrettiler?” Sonra da dalgasını geçmiş: “Ne diyeyim: Naipaul’a, Salman Ruşdi’ye ve diğer ‘sömürge aydınları’na, İngilizceyi, İngilizlere rağmen(!) ‘evrensel bir dil haline getirdiği için teşekkür borçluyuz, herhalde!”



 
Blake Edwards’ın o benzersiz The Party filmini hatırladım. Hani Peter Sellers’ın ABD’ye yerleşmiş bir Hintli olan Hrundi Bakshi’yi oynadığı filmi. Sakar bir figüran olarak Hollywood’da idare ederler Bakshi’yi, ama yanlışlıkla Hollywood’un anlı şanlı partilerinden birine davet edilince işler karışır. Orada Sellers’in muhteşem oyunculuğuyla, beyaz-emperyalist efendi’nin nasıl bir “Hintli” arzuladığını görürüz: Ürkek, boynu bükük, sakil, İngilizceyi de “Howdy pardener!” lezzetiyle konuşan, alay konusu bir madun.

İngilizler Hintlilere tabii ki İngilizce öğreteceklerdi Hilmi Hocam, yoksa sömürge işlerini ve muhasebesini yürütmek için (Allah saklasın!) kendileri Hindi (ya da Hindistan’da konuşulan onlarca dilden birini) öğrenmek zorunda kalırlardı. Ama o kadar işte; sakil ve komik bir aksanla, daha ağzını açtığında kim olduğunu belli edecek bir kimlik kartı gibi konuşsun diye öğrettiler dillerini. Tam olarak anlamadan iki Shakespeare alıntısı (“To be or not to be” filan) yapabilsin, hesap tutabilsin diye. Zurnanın zırt dediği, benim kastettiğim (ve sizin anlamazdan geldiğiniz) yer, Hintlinin (Rushdi’nin, Chatterjee’nin, Bhabha’nın, Spivak’ın) bu “ikinci sınıf”, bon pour l’orient (“Şark için idare eder”) İngilizce’yi bir yana bırakıp, efendinin dilini efendiye rağmen ve ondan daha büyük bir beceriyle kullanmaya başladığı andır. Efendinin kastı tabii ki bu değildi.

Değildi, çünkü Şarklı/sömürge aydını o beceriye kavuştuğu anda, kendi dilinde ifade edemediği, ama efendinin dilinde de daha önce öyle ifade edilmemiş olan şeyleri söylemeye başlar. Spivak derdini Hindi ile anlatamazdı—Spivak’ın feyz aldığı Derrida ve Marx’ın söyledikleri Hindi’ye tam olarak çevrilebilir mi? Kavramların çoğu namevcut her şeyden önce. Ama gene Spivak’ın söyledikleri daha önce İngilizce’de de söylenmemişti, söylenemezdi; o duyarlığa sahip olmak için kılıcın sivri ucunun önünde durmuş olmak, sömürgeden olmak gerek çünkü. Şarkiyatçılık’ı hangi İngiliz/Amerikan düşünürü yazacaktı? Ama öte yandan Şarkiyatçılık Arapça yazılabilir miydi, yazılsa kim okurdu? Rushdi’nin Geceyarısı Çocukları’ndaki o inanılmaz “delik çarşaf” metaforu hangi İngiliz/Amerikan yazarın kaleminden zuhur edebilirdi?

Hilmi Hocam, duymuşsunuzdur Hilmi Hocam, felsefe öğrenmemde emeği geçen önemli kişilerden birisiniz ve ben (kendime rağmen) biraz da Şarklı olduğum için ustaya saygının erdemine inanırım. Ama aynı zamanda Marksist olduğum için “eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğine” de inanırım. Duymuşsunuzdur, Hegel’in Aufhebung diye bir kavramı var: Bir ikiliğin iki ucunu da hem kapsayıp hem inkar ederek ötesine geçmek anlamına geliyor. Şark/Garp, Sömürge/Sömürgeci ikilikleri de taraflardan birini tutup ötekini imhaya çalışarak aşılmayacak. İkisini de hem kapsayıp hem inkar ederek geçilecek bunların ötesine. Ve evet, sömürge aydınları bütün mukallitlikleri, sakarlıkları ve sakillikleri ile, çoğu bilmeden ve istemeden de olsa bunu yapıyorlar son elli yıldır. İngilizce’nin “evrensel dil” olması ABD emperyalizminin bir dayatmasıdır, amenna. Ama aynı zamanda, Garp uygarlığının vazgeçilmez kavram ve tartışmalarının kibir ve buyurganlıklarından soyularak, madun açısından yeniden yazılmasını da gündeme getirir bu dil.

Evet, ben o sömürge aydınlarına teşekkür borçluyum. Siz ise, Şark’a ve onun inanç sistemine, yerel ve otantik olana kıskançça sarılıp, onun “öteki”si olan her şeyi şeytanlaştırdığınız ölçüde, bu “iki arada bir derede” kalmış aydınlardan bir teşekkürü bile esirgeyeceksiniz. Böylece yedi günahın bence en ölümcül olanını sömürgeci efendi ile paylaşacaksınız:
O günahın adı, Kibir.


Bülent Somay, Radikal, 28 Aralık 2010.















sağdıç emeği...

sırrı süreyya vs. ?

Siz ortalığın ‘Gayretli Modern’lerle dolu olmasına; Aşk’ın ve hayatın türlü hallerine dair döktürüp saçtırmalarına bakmayın. Bunların yaşı kırk dolaylarında olanlarının çoğu evlenirken sağdıç tutmuştur.

Efendim, iletişimin ortalığı kasıp kavurmadığı zamanlar, özellikle taşrada, evlenmek sıkıntılı bir işti. Kadın ve erkeklerin birçoğu ‘o gece’ ne yapılacağına dair pek bir şey bilmezdi. Üstelik bilenlerin bilgilenme kaynakları ve şekli de hayli sorunluydu. İşte bu sorunu çözmek için sağdıçlık diye bir kurum iş görmekteydi. Daha önce bu köprüden geçmiş, yani evli bir adam sağdıç tayin edilir, damat adayı sağdıca, gelin adayı da sağdıcın karısına emanet edilirdi. Damat adayının hayata dair bu ilk önemli bilgilenmesi, sağdıcın nasıl bir deneyimle donatılı olduğuna göre, türlü çeşitli haller alırdı.

Sadece erkek odaklı, kadını ezmeye, yok saymaya ve aşağılamaya dönük binbir bilgi ve hurafe, damat adayına boca edilirdi. Mutsuz, tatsız, tuzsuz, sevgisiz bir neslin devreden mirası birçok kuşağı böyle böyle felç etti. Ziya Paşa’nın “Hayr umulur mu böyle bir gecenin seherinden?” dediği gibi, o gecenin seherine talan olmuş bir beden, hoyrat bir bencillik ya da ağır bir fiyasko mührünü vurur, epeyce de çıkmazdı.

Kadın bedeninin metalaştırılması, istismar edilmesi, biraz da böyle bir kültürel mirasın sağladığı elverişlilik sayesindedir. Sağdıçlık talihsiz bir iştir. Damat adayının gözünde, sadece birkaç gün sürecek bir önem ve minnete sahiptir. Ne zaman ilk deneyim yaşanır, ondan sonra sağdıca ihtiyaç kalmaz. Bundan dolayı, ömrü sadece birkaç gün süren mühim işler Anadolu’da ‘sağdıç emeği’ olarak adlandırılır.
 
Yetmez ama belki! AK Parti referandum sürecine girerken toplumun önemli bir kesiminde kafa karışıklığı yaşandı. Özellikle ‘12 Eylül’ ve ‘toplumsal özgürlükler’ üzerinden yürütülen propaganda birçok yürekte kıpırtı yarattı. Hayata sol bir perspektifle bakan bazı örgütler ve aydınlar bu referandumu desteklemeye başladılar. “Yetmez ama evet” sloganı etrafında önemli de bir destek bloku oluşturdular. AK Parti samimiyet sıkıntısını aşmak için bu slogana can simidi gibi sarıldı. Düşünün ki anayasa değişikliklerinin tüm kotaranı ve belirleyeni kendisi olmasına rağmen, bu sloganı kendi sloganları haline getirdiler. Destek veren solcuların ve aydınların uyanması gereken nokta tam da burasıydı. “Ne diyon baba sen? Yetmez diyorsan yetirecek hale getirsene!” diyemediler. Atı alan çoktan Gebze’ye ulaşmıştı. Kendisini sol olarak tanımlayan birilerinin bu operasyona destek vermesi birçok kararsız insanı, daha aydınlık bir ülke umuduyla etkiledi.

 
AK Parti’ye rağmen evet! Bir slogan değişikliği bile akıl edemediler. Egemenlerle kendi aralarına bir sınır çekmek ihtiyacı hissetmediler. Slogan, mesela “AK Parti’ye rağmen evet!” olsaydı “Yetmez ama…” oksimoronluğundan bir nebze kurtulunabilirdi. Daha büyük fotoğrafta objektif olarak gördükleri sevimsiz işlevi değiştirmezdi belki ama yine de tarihe önemli bir niyet ve çaba şerhetmiş olurlardı... Bugün içine düştükleri zelil hal bu ağırlıkta olur muydu bilinmez ama Başbakan’dan adları bile doğru dürüst söylenmeden edilen o afferimi almayacakları kesindi. “Yetmez ama…” diye destek veren kardeşler! Dün ODTÜ öğrencilerine reva görülen zulüme bakın. Torba yasayla emekçilerin bir torbaya konulup duvardan duvara çarpılmalarını düşünün. Seçim barajı konusundaki kayıtsız, faydacı yaklaşımı hatırlayın. Cezaevlerindeki solculara yapılanları işitin. Hiç referandumda size vaat edilen o cenneti çağrıştırıyor mu?

Ne acıdır ki egemenlerin gerdeğine sağdıçlık ettiniz.
Damadın size olan minneti üç gün bile sürmedi.
Bir yanda talan edilmiş bir hak ve özgürlük bedeni bir yanda sizin sağdıç emeğiniz.
Bu geceye peşkir tutmuş olmanın ağırlığı yanında yumurtanın özgül ağırlığı ne kadar olabilir ki?

Kardeşler, hayat şimdi size, her zaman sunamayacağı bir onurlu vazgeçme fırsatı sunuyor. Yoksulların 6 ayına sebep oldunuz, seçime de 6 ay var. Ortada 12 Eylül generallerinden sorulacak bir hesap zırvalığı da kalmadığına göre ne yapacaksınız? Solcular, işçiler, yoksullar, Kürtler bir araya gelerek önümüzdeki seçimlerde bu zulüm çarkına çomak sokmaya çalışıyorlar.

Onlardan bir aferin almak istemez misiniz? Hem onlar asla isminizi karıştırmazlar!

S.S. Önder, Radikal, 7 Ocak


2010’da kuşbakışı dünya ekonomisi

Yeni yıla girerken geleneği izleyelim; 2010’da dünya ekonomisi üzerinde kuşbakışı bir gezinti yapalım ve bunu “metropolün büyükleri”, “Avrupa’nın rahatsızları” ve “çevre ekonomileri” ayrımına dayandıralım.

“Büyük patronlar”da (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Britanya, İtalya’da) uluslararası krizin üretim ve milli gelir üzerindeki yansımaları 2010’da son buldu. National Bureau of Economic Research ABD’de ekonomik gerilemenin Aralık 2007’de başladığını, on sekiz ay sürdüğünü ve Haziran 2009’da son bulduğunu belirledi. 2010’un tümü, böylece, ABD için bir büyüme yılı oldu.

Birkaç aylık kaymalar dışında diğer “patronlar” için de benzer saptamalar yapabiliyoruz. Büyük Batı ekonomilerinin bazıları 2008’de, hepsi 2009’da küçüldü. 2010’da büyümeye başladılar; ancak öyle anlaşılıyor ki hiçbirinde 2008’in milli gelir düzeyi aşılmış değildir. Bu üç yılın ortalamasına bakıldığında krizden en fazla etkilenen büyük metropol ekonomilerinin İtalya, Britanya ve Japonya olduğu anlaşılıyor.

Buna karşılık, aynı ülkelerin işsizlik verileri, emekçi sınıflar açısından bunalımın 2010’da ağırlaşarak sürdüğünü gösteriyor. İşsizlik oranı (yüzde 6.5 ile) 2008’in dahi altına inmiş olan Almanya tek istisnadır. “Esnek işgücü piyasaları” nedeniyle geçmişte neoliberal fanatiklerden övgü kazanan ABD ve Britanya, kriz içinde işsizliği en hızlı artıran Batı ekonomileri olarak dikkat çekmektedir.

2010’da bu ülkelere egemen olan politika yaklaşımı, parasal genişleme ile kamu maliyesinde kemer sıkma ikilisinden oluşmuştur. Talep yetersizliği nedeniyle kredilere dönüşemeyen sıfır faizli bol likidite, ABD tahvilleri ile çevre ekonomilerindeki yüksek getirili plasman araçları arasındaki geniş alanda dolaşmış; böylece “paradan para kazanan” spekülatörlere gün doğmuştur. Bütçelerde kemer sıkma ise, iç talep, üretim, istihdam üzerinde daraltıcı, frenleyici etkiler icra etmiştir. Kamu açıklarını daraltma bayraktarlığını Almanya ve Britanya üstlenmiştir.

Avro bölgesinin yakın çevresi (İrlanda, Yunanistan, İspanya, Portekiz), 2008 öncesinde bir yandan finans kapitalin “iğvası”na kapılan astronomik özel sektör açıklarının, bir yandan da avro’nun sahte güvencesi altında pompalanan kamu harcamalarının ağır faturasını ödemektedir. Bu dört ekonomi 2010’da da küçülmüştür. Yükselmekte olan işsizlik oranları yüzde 11 (Portekiz) ile yüzde 20 (İspanya) arasında seyretmektedir.

Bölgenin emperyalist şefliği rolünü üstlenen Almanya, bu ülkeleri katı, daralmacı politikalara zorlamaktadır.

Minik, tropikal ülkeler dışındaki çevre ekonomilerine göz atalım. Metropolün krizi çevre ekonomilerinin büyük çoğunluğunu büyümenin yavaşlaması doğrultusunda etkilemiştir. Yirmi civarında ülkeden oluşan bir azınlık ise, 2008-2009’da küçülmüştür. Bir iki istisna dışında bu sonuncu grup, 2002-2007 dönemini yüksek dış açık / dış borçlanma içinde “idare eden” ülkelerden oluşmuştur: Doğu/Orta Avrupa ülkeleri, Türkiye, Meksika, Güney Afrika… 2010’da çevre ekonomilerinin (birkaç istisna dışında) kriz öncesinin büyüme patikalarına döndüğünü gözlüyoruz. Türkiye krizde hızla küçülen, 2010’da hızla toparlanan ekonomilerden biri olarak dikkat çekmektedir. Çevredeki (ve Türkiye’deki) canlanmanın ardında (yukarıda değinilen) Batı’daki likidite genişlemesinin bu ekonomilere sıcak para (“carry trade”) biçiminde taşması da etkili olmuştur. Ucuzlayan döviz fiyatları rekabet güçlerini aşındırarak dış fazlaları eritmekte veya cari açıkları yukarı çekmekte; finansal balonlaşmayı da pompalamaktadır. Bu yüzden ABD-AB-Çin arasındaki “kur savaşları” gerilimine çevre ekonomileri de katılmaktadır.

Krizin “çöküntü” boyutlarında yansıdığı ekonomilerin başında üç Baltık ülkesi geliyor. Avro’ya geçme heveskârlığı, bu ülkelerde döviz kurlarını dondurmuş; devalüasyonu dışlamış; ağır kriz ortamında emek gelirlerinin, kamu harcamalarının dramatik boyutlarda çökertilmesi tek seçenek kalmıştır. İktisatçıların “içsel devalüasyon” diye adlandırdığı ve AB (Letonya’da ilâveten IMF) gözetimi altında yürütülen bu insafsız, vahşi operasyonun 2009’daki bir sonucu (üç ülkenin ortalaması olarak) yüzde 16 oranında küçülmedir. Üç yıl üstüste daralan Letonya’nın 2010 milli geliri 2007’nin hemen hemen dörtte birine inmiş olacaktır. Üç Baltık ülkesinde ortalama işsizlik 2008’de yüzde 6 civarından, 2010’da yüzde 19’a çıkmıştır. IMF/AB patentli bu politikaların biraz daha hafifleri Romanya ve Macaristan’da da uygulanmış; Macaristan’da iktidar el değiştirmiş ve IMF programına son verilmiştir.

Bilindiği gibi Türkiye de bir IMF anlaşmasıu eşiğinden dönmüştür. Dış kaynak hareketlerinde olumlu bir yön değişme başlar başlamaz Başbakan IMF müzakerelerine son vererek akıllı bir karar almıştır.

Çevre ekonomilerinde de işsizlik oranları 2009’da hızla yükselmiş; 2010’da birkaç istisna dışında düşmeye başlamıştır; ama, ülkelerin çoğunda kriz öncesine dönüş gerçekleşmemiştir. Sermayenin mantığı metropol ve çevre ayrımı yapmadan işlemiş; bunalım işçi sınıfını disiplin altına almak ve sömürü oranlarını yükseltme fırsatı olarak kullanılmıştır.

Çok farklı sosyo-ekonomik ortamlarda işsizlik göstergelerini karşılaştırmak yanıltıcı olabilir. Yine de ILO verilerini kullanarak “Türkiye’ye benzer özellikler taşıyan” otuza yakın çevre ülkesine bakıldığında görülmektedir ki, 2010’da işsizlik oranları sıralamasında Güney Afrika, Baltık ülkeleri, Slovakya, Hırvatistan, ve Kolombiya’yı Türkiye izlemektedir.


Korkut Boratav, Birgün, 4 Ocak