Tunus ayaklanması niçin patlak verdi; nereye gidiyor? Türkiye’de yakından izlendiğini biliyorum; ama, belki de yeni öğeler içeren birkaç bilgi ve değerlendirmeyi bu köşeye taşımanın ilginç olabileceğini düşündüm.
Önce, Tunus’un makro-ekonomik göstergelerine bakalım. Yoğun bir toplumsal huzursuzluk nedeni olarak ilk akla gelen, uluslararası krizin yansımasıdır. Ne var ki, Tunus’un 2008-2009’u küçülmeden; sadece biraz yavaşlayarak atlattığını belirliyoruz ve doğrudan doğruya uluslararası krizden kaynaklanan toplumsal gerilim etkenlerini pek göremiyoruz.
Yakın geçmişin, örneğin son oniki yılın (1998-2009’un) ekonomik göstergelerine göz atalım. Burada da inişi-çıkışı olmayan; küçülme-kriz yılları içermeyen ortalama yüzde 4.7’lik bir büyüme hızı belirliyoruz. Bu, Hindistan, Çin gibi yıldızı parlayan ekonomileri saymazsak, Tunus’u çevre ekonomilerinin ön sıralarına (ve örneğin aynı dönem içinde üç küçülme yılı ve iki kriz geçiren Türkiye’nin ilerisine) yerleştiren bir “büyüme başarımı” oluşturuyor.
O zaman tekrar soralım: Tunus ayaklanması niçin patlak verdi?
Soruyu yanıtlamanın ilk adımı, ayaklanmayı tetikleyen olayı hatırlamak olabilir: 17 Aralık’ta Sidi Buzid kentinde seyyar satıcılık yapan, işsiz bir üniversite mezununun, Muhammed Buazizi’nin tezgâhındaki meyve ve sebzelere zabıta el koyar. Polise şikâyeti sonuçsuz kalan; dahası, hakaret gören ve dayak yiyen Muhammed bedenini ateşe verir; ondokuz gün sonra ölür.
Öyle anlaşılıyor ki, eğitimli, eğitimsiz tüm gençlerin işsizliğini çoğaltan bir büyüme sürecinin sancıları, Muhammed’in ölümüyle tekrar ve şiddetle hissedilmiştir. Gençler önce Sidi Buzid’de; sonra Tunus’ta protesto gösterilerine başlarlar. Gösteriler halk sınıflarının tüm katmanlarına yayılır; adım adım bir ayaklanmaya dönüşür. Başkan Bin Ali’nin önce şiddete dayanan önlemleri; sonra uzlaşı çabaları ve ödünleri sonuçsuz kalır. Ordu ve Başbakan Gannuşi ile anlaşarak ailesiyle birlikte ülkesini terkeder; Cidde’ye gider.
Anlaşılan, siyasi partilerin öncülüğünde değil, büyük ölçüde kendiliğinden oluşan bir toplumsal patlama söz konusudur. Önce hatırlatalım: Tunus, siyasi partileri, seçimleri, parlamentosu, sendikaları olan ve başkanlık sistemiyle yönetilen, görünüşte demokrat bir rejimdir. Fakat, aynı zamanda yirmi üç yıldan beri hemen hemen sınırsız yetkileri olan aynı Başkan’ın yönetiminde faşizan bir polis devletidir. 2014 seçimlerinden sonra “takdir-i İlâhi” gündeme gelebileceği için Bin Ali “saltanatı”nın karısı Leyla veya damadı Muhammed tarafından devralınacağı da beklenmekteydi.
Rejimin “demokrat” vitrini, “Başkana sadık” bir parlamenter muhalefeti içermektedir. Ana muhalefeti, 2009 seçimlerinde yüzde 5 civarında oy alarak 16 milletvekili çıkarmış olan Sosyalist Demokratlar Partisi temsil ediyordu. Geleneksel Komünist Partisi de uzun yıllar parlamenter sistemin bir parçası olmuş; 1996’da Yenilenme Hareketi adını alarak komünistliği terketmiş; son seçimlerde yüzde 1’in altında oy alarak iki miletvekili çıkarmıştır. “Seçimli demokrasi vitrini”, Bin Ali rejiminin ABD ve AB tarafından sınırsız boyutlarda desteklenmesinin gerekçesini sağlamıştır. Bu destek, Bin Ali’nin kaderi kesinlikle belli oluncaya kadar sürmüştür. Çalkantıların başlangıcında Tunus polisini destekleyecek birlikler yollamayı öneren Fransa, iki hafta sonra Bin Ali’nin uçağı için Paris’e iniş izni vermemiştir.
Tunus’un faşizan gerçeği ise, fiilen bir tek parti rejimi biçiminde ortaya çıkar. Bin Ali’nin, hükümetin, devletin partisi olan Anayasal Demokrasi Topluluğu her seçimde kural olarak oyların yüzde 85’ini toplamıştır. Şimdi ise, ayaklanan halk, Bin Ali’nin gitmesiyle yetinmiyor; iktidar partisinin de kapatılmasını istiyor.
Rejimin faşizan niteliğini yansıtan bir diğer boyutu; devlet aygıtı aracılığıyla vurgun, avanta, kapkaça dayanan, ilkel sınıf tahakkümüdür. Bu düzenin özellikleri ve boyutları Batılılarca biliniyordu. Bir tahmine göre, üç klan; Bin Ali, Trebilsa (karısı) ve Materi (damadı) aileleri, Tunus ekonomisinin yüzde 35’ini kontrol etmektedir ve bu varlığın önemli bir bölümü Batılı dev şirketlerle de ortaklıklar içindedir. Counterpunch sitesinde Esam Al-Amin’in kaleme aldığı bir yazıya inanılırsa, Bin Ali’den birkaç gün önce ülkeyi terkeden karısı Leyla, Merkez Bankası kasalarından bir buçuk ton altını Dubai’ye götürmüştür. Kamu varlıklarına doğrudan el koyma sicilleri hekesçe malum olan bu üç aile mensupları ayaklananlarca hedeflenmiş; akraba ve yarenlerden çok sayıda insan öldürülmüş veya gözaltına alınmıştır.
Kısacası, halk ayaklanmasının kendiliğinden oluşan hedefi, “rejimin değişmezliği”ni temsil eden herşeyden, Bin Ali’den, ailesinden, partisinden, destekçilerinden ve bunların oluşturduğu yağma, vurgun ve sömürü düzeninden Tunus toplumunun kurtarılmasıydı.
Halk ayaklanmasının parlamenter muhalefeti temsil eden partiler tarafından örgütlenmediği; hatta onların desteğiyle oluşmadığı ortadadır. Kavrayabildiğim kadarıyla, kitle örgütlenmesine potansiyel olarak yatkın olabilecek (ve Bin Ali rejimince yasa-dışı kılınan) iki siyasi hareket var: Tunus İşçilerinin Komünist Partisi ve (“Arap dünyasının en ılımlı İslamcı Partisi” olarak nitelendirilen) İslamcı El Nahda… Yöneticileri ve kadroları Bin Ali’nin polisleri tarafından büyük ölçüde etkisizleştirilmiş olan bu iki partinin ayaklanmaya hazırlıksız yakalandıkları ve “kervana sonradan katıldıkları” anlaşılıyor. Ayrıca, Burgiba’dan bu yana laik özellikleri titizlikle korunmuş olan Tunus toplumunda siyasî İslam’ın kitle tabanının çok derin ve yaygın olmadığı ileri sürülüyor.
Tunus toplumunun egemen sınıfları ise Bin Ali “safrası”ndan kurtulduktan sonra, düzeni eski yönetici ve siyasi kadrolarla sürdürmenin çabaları içindedirler; ABD ve AB tarafından da desteklenmektedirler. Ayaklanmanın “kendiliğinden” niteliği ve siyasi bir liderlikten yoksun olması, kurulu düzenin bu doğrultuda önemli mesafeler almasını kolaylaştırmıştır.
Tunus’taki toplumsal ayaklanmanın giderek bir devrime dönüşme olasılığı var mıdır? Şimdilik, “mümkün ama muhtemel değil…” gibi görünüyor.
Korkut Boratav, Birgün, 25 Ocak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder