Ara

bu su hiç durmaz...

işim geç saatte bitti... kaç gündür masada pinekleyen "proust projesi"ni okumaya başladım. kendime yılbaşı hediyesiydi, güya. "kayıp zamanın izinde" dizisinden seçilen pasajların edebiyatçılarca analizinden örülmüş bir derleme.

"kayıp zaman'ı nasıl bilirdiniz?" sorusuna şahitlik eden edebiyatçıların ilki, romandaki anne öpücüğüne takmış: kalabalık ailenin küçüğü marcel'in, akşamları annesinin öpücüğü olmadan uykuya dalamaması, içi huzurlanmadan başını yastıklayamaması... baba figürünün otoriterlikle tuzlanmış olanca kıskançlığı, anneyi iki erkek arasında paylaşılmaz kılıyor. kitabın devamı neyse ne de, anne kısmında düğümlendim... sabahleyin ne roman ne de edebiyatçının roman üzerine geliştirdiği yorum hatrımdaydı. tek kırıntı, annemin gece masama getirdiği meyve tabağı ve beni öpmeden erken yatmasıydı...

akşam 10 gibi, televizyon karşısında önce ağzını açtı, sonra kafası arkaya düştü, mutat uyuma serüveni başladı. yatakörtüsünü katlayıp, onu yatağına sürükledim resmen... öğlen babamla gezmeye çıkmışlardı, artık azıcık dışarıya çıksa bile, eve dönünce göz kırpıyor uykuya. "yemek-limonlu çay-dizi-uyku" dörtlüsü iyiden iyiye kaynaştı... 

genel kontrol için sabah sağlık ocağına gideceğini söylemişti. "beraber gidelim" teklifinde bulundum ama babam davrandı, "sen işini gör, biz gideriz" dedi. son günlerdeki bitkinliği, saç dökülmesi, ağırlaşan uykusu, diz ağrısı, göz sulanması, sık üşütmeleri, diş ağrısı, hatta yeni yeni başlayan huzurlu horultusu beni epey tedirgin ediyordu... kendime dikkat etmediğimi bana imlerken, onun kendisine hoyratlığını hatırlattığımda, elini saçımdan çekiyordu. içine çekiliyordu...

birbirimizi, kendi sağlıklarımızı hiçe saymakla vuruyorduk. birbirimizi düşünmekten, kendimize bakmıyorduk belki de... tembelliğimize, çabucak çatı örüyorduk. beynimiz, birçok şeyi ertelettiği gibi,  inatçılığıyla sağlığımıza da çektiriyordu... geç yattım, sabah hastaneye gidişini göremedim. annemin telefonuna fırladım. beni ne zaman dışarıdan arasa, nereye gideceğini akşamdan söylese bile, uyku sersemliğiyle unutur, "nerede olduğunu" sorardım. bu sefer, belki de proust'un akşamki tesiriyle, aklıma kazınmıştı annem. hastaneye gidecekti... sağlık ocağı hastaneye sevkedince, hastaneden randevu almamı sıkıla pıkıla rica etti. randevuyu ayarlayınca tıraş olup çıktım. sanki tıraş olmasam hastane beni iyice hastalıklı gösterecek gibi geldi birden... yüzümün şişliğini anca tıraşla kapatabiliyordum ya da bana öyle geliyordu. hastanede yine sıkıntısını bohçalamış; buğulu gözleri, derdini belli etmemeye tembihlenmişti. gülümsemesi, ağlamadan önceki son bakışını kapatma telaşındaydı...

aniden "guatrmışım" dedi, başka yere, sanırım tavana yoğunlaştı... ya da her yer birden tavana yoğunlaştı... tavana bakarak konuşmaya başladık. birbirimizden kaçırdığımız bakışlar, orada çarpıştı.

içim koptu, boğazım damağıma tırmandı... yine odunlaştım, insani olanı yapıp öpemedim alnından... dün gece annesinden öpücük kapamayan proust, benden intikamını acı almıştı. annemi öptürmemişti bana, mütekabiliyet gözetir gibi... 

gün hastanede geçti. daha bitmedi tahliller... akşam doya doya uzandım dizine, kokladım. elini çekmedi saçımdan... tereddütlerini sezdirmemeye çalışırken, bakışlarını anlamlı kılmakla meşguldü. gözlerini kısmaya daha fazla dayanamadı, uykuya yenildi... anneme, ilk kez bu kadar yaşlanırken rastladım. ona kırışmayı konduramadım, bir an...

bu gece proust'tan uzak durmak için, işte bu yazıyı döşendim. yazmak, ikiyüzlü bahanem... yazı, en tehlikeli ve zilyedini her an katledecek, geritepmesi en fazla olan silah belki de... harflerden çatı yaptım, arasından sızanlar beynimi deliyor, yavaş yavaş... 
"bu su hiç durmaz..."  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder