Hilmi Yavuz sormuş: “İngilizler Hindistan’da, Kenya’da İngilizceyi; Fransızlar Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta Fransızcayı, yerli halklara, dilleri sadece kendilerine kalsın diye mi, kafalarına vura vura zorla öğrettiler?” Sonra da dalgasını geçmiş: “Ne diyeyim: Naipaul’a, Salman Ruşdi’ye ve diğer ‘sömürge aydınları’na, İngilizceyi, İngilizlere rağmen(!) ‘evrensel bir dil haline getirdiği için teşekkür borçluyuz, herhalde!”
Blake Edwards’ın o benzersiz The Party filmini hatırladım. Hani Peter Sellers’ın ABD’ye yerleşmiş bir Hintli olan Hrundi Bakshi’yi oynadığı filmi. Sakar bir figüran olarak Hollywood’da idare ederler Bakshi’yi, ama yanlışlıkla Hollywood’un anlı şanlı partilerinden birine davet edilince işler karışır. Orada Sellers’in muhteşem oyunculuğuyla, beyaz-emperyalist efendi’nin nasıl bir “Hintli” arzuladığını görürüz: Ürkek, boynu bükük, sakil, İngilizceyi de “Howdy pardener!” lezzetiyle konuşan, alay konusu bir madun.
İngilizler Hintlilere tabii ki İngilizce öğreteceklerdi Hilmi Hocam, yoksa sömürge işlerini ve muhasebesini yürütmek için (Allah saklasın!) kendileri Hindi (ya da Hindistan’da konuşulan onlarca dilden birini) öğrenmek zorunda kalırlardı. Ama o kadar işte; sakil ve komik bir aksanla, daha ağzını açtığında kim olduğunu belli edecek bir kimlik kartı gibi konuşsun diye öğrettiler dillerini. Tam olarak anlamadan iki Shakespeare alıntısı (“To be or not to be” filan) yapabilsin, hesap tutabilsin diye. Zurnanın zırt dediği, benim kastettiğim (ve sizin anlamazdan geldiğiniz) yer, Hintlinin (Rushdi’nin, Chatterjee’nin, Bhabha’nın, Spivak’ın) bu “ikinci sınıf”, bon pour l’orient (“Şark için idare eder”) İngilizce’yi bir yana bırakıp, efendinin dilini efendiye rağmen ve ondan daha büyük bir beceriyle kullanmaya başladığı andır. Efendinin kastı tabii ki bu değildi.
Değildi, çünkü Şarklı/sömürge aydını o beceriye kavuştuğu anda, kendi dilinde ifade edemediği, ama efendinin dilinde de daha önce öyle ifade edilmemiş olan şeyleri söylemeye başlar. Spivak derdini Hindi ile anlatamazdı—Spivak’ın feyz aldığı Derrida ve Marx’ın söyledikleri Hindi’ye tam olarak çevrilebilir mi? Kavramların çoğu namevcut her şeyden önce. Ama gene Spivak’ın söyledikleri daha önce İngilizce’de de söylenmemişti, söylenemezdi; o duyarlığa sahip olmak için kılıcın sivri ucunun önünde durmuş olmak, sömürgeden olmak gerek çünkü. Şarkiyatçılık’ı hangi İngiliz/Amerikan düşünürü yazacaktı? Ama öte yandan Şarkiyatçılık Arapça yazılabilir miydi, yazılsa kim okurdu? Rushdi’nin Geceyarısı Çocukları’ndaki o inanılmaz “delik çarşaf” metaforu hangi İngiliz/Amerikan yazarın kaleminden zuhur edebilirdi?
Hilmi Hocam, duymuşsunuzdur Hilmi Hocam, felsefe öğrenmemde emeği geçen önemli kişilerden birisiniz ve ben (kendime rağmen) biraz da Şarklı olduğum için ustaya saygının erdemine inanırım. Ama aynı zamanda Marksist olduğum için “eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğine” de inanırım. Duymuşsunuzdur, Hegel’in Aufhebung diye bir kavramı var: Bir ikiliğin iki ucunu da hem kapsayıp hem inkar ederek ötesine geçmek anlamına geliyor. Şark/Garp, Sömürge/Sömürgeci ikilikleri de taraflardan birini tutup ötekini imhaya çalışarak aşılmayacak. İkisini de hem kapsayıp hem inkar ederek geçilecek bunların ötesine. Ve evet, sömürge aydınları bütün mukallitlikleri, sakarlıkları ve sakillikleri ile, çoğu bilmeden ve istemeden de olsa bunu yapıyorlar son elli yıldır. İngilizce’nin “evrensel dil” olması ABD emperyalizminin bir dayatmasıdır, amenna. Ama aynı zamanda, Garp uygarlığının vazgeçilmez kavram ve tartışmalarının kibir ve buyurganlıklarından soyularak, madun açısından yeniden yazılmasını da gündeme getirir bu dil.
Evet, ben o sömürge aydınlarına teşekkür borçluyum. Siz ise, Şark’a ve onun inanç sistemine, yerel ve otantik olana kıskançça sarılıp, onun “öteki”si olan her şeyi şeytanlaştırdığınız ölçüde, bu “iki arada bir derede” kalmış aydınlardan bir teşekkürü bile esirgeyeceksiniz. Böylece yedi günahın bence en ölümcül olanını sömürgeci efendi ile paylaşacaksınız:
O günahın adı, Kibir.
Bülent Somay, Radikal, 28 Aralık 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder