Ara

Hrant’ın Dili

Bugün dört yıl bitti. Yüzbinlerce insanın “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırdığı; Türkiye’nin, nefret söylemiyle ve kendisiyle yüzleşmeye başladığı günün üzerinden dört koca yıl geçti. Her şey söylendi, her şey yazıldı, her şey ortaya serildi. Her gün yeni kanıtlar, yeni ipuçları çıkıyor. Aslında katilleri de, cinayet emrini verenleri de, niyetlerini de bilmeyen yok şu ülkede. Bugün saat 15.00’te Agos gazetesinin önünde, Hrant’ın vurulduğu yerde durun, önünüze çıkan ilk yurttaşa sorun, o size anlatacaktır. Evet, herkes biliyor; bir tek devlet, hükümet ve davayı gören mahkemeler bilmiyor. O hükümet ki, başındaki kişi, “Bu cinayeti ortaya çıkarmak bizim namusumuzdur” demişti dört yıl önce; namusunu cinayeti aydınlatmaya feda edebiliyor.

Her şey söylendi Hrant için. Ben, ondan bana/bize kalan ama her zaman yeterince sahiplenmeyi beceremediğim; zaman zaman, içimdeki çatışmacı tortuların etkisiyle sürçtüğüm, öğrenmenin ne kadar güç olduğunu her gün biraz daha iyi anladığım Hrant dilinden söz etmek istiyorum bugün. Onun Hrantlaşmasına, anıtlaşmasına ve ölümüne neden olan “güvercin dili”nden, Ferhat Kentel’in deyimiyle “Hrantça”dan; bu ülkenin en has evlatlarından birinin bize miras bıraktığı dilden; nefretin, çatışmanın, düşmanlığın diline karşı barışın dilinden konuşmak istiyorum. Düşüncelerinden taviz vermeyen, yalan söylemeyen, tevil etmeyen, apaçık konuşan; ama söylediklerini karşısındakini ötekileştirmeden, nefrete, sevgisizliğe kapılmadan, yürekle ve vicdanla söyleyen, karşısındakinin yüreğine ve vicdanına seslenen dilden...

Nasıl edinmişti o dili; ne acılar, ne güçlükler pahasına? İnsanın yüreğine seslenmeyi nasıl öğrenmişti? Yüreği sanki avcunun içindeymiş gibi, öyle bir açıklıkla, şeffaflıkla dolaşırken aramızda, her adımda maruz kaldığı -sadece kendinin değil bütün mağdurların maruz kaldığı- ötekileştirmeye ve nefret söylemine rağmen, nasıl başarmıştı Hrantça konuşmayı? Onun benzersizliği ve hepimizi şaşırtan özelliği bu sorunun cevabındadır bence.

Hedef seçilmesi, kurban edilmesi de, hangi kesimden olursa olsun bütün iyi insanları peşine takan o dilin, nefret söyleminden başka dil anlamayanların meşum planlarını bozması yüzündendi. Hrantça yaygınlaşırsa, bu ülkede barış ve özgürlük tohumları yeşerebilir, sorunların çatışmayla değil diyalog ve uzlaşmayla çözülebileceği fikri kitlelere ulaşabilirdi. Bu yüzden; barışın dilini susturabilmek için öldürdüler onu.

Dilin Gücü

Dilin gücü, giderek daha iyi anlaşılıyor. Dil felsefesi boşuna gelişmiyor, dil’den her zamankinden daha fazla söz edilmesi de boşuna değil. Artık çatışma çözümü diye bir bilim dalı var ve orada, asıl dil üzerinde duruluyor, nefret söylemiyle hesaplaşılıyor. Dil, savaş da çıkarır barış da sağlar. Aynı düşünceyi düşmanlık ve nefret diliyle, çatışma ve savaş söylemiyle de ifade edebilirsiniz, barış ve uzlaşma diliyle de; hem de düşüncenizden hiç taviz vermeden. Son günlerdeki söylemlerden yüzlercesi, binlercesi arasından birkaç örnek, belki meramımı anlatmama yardımcı olur.

Önce Başbakan’ın dili ve söylemi. Neden mi onunkinden başlıyorum, çünkü o “baş” bakan; yani söylemi en fazla yayılan, en etkili kişilerden biri. Ancak Başbakan, hele de öfkelenince, savaş, çatışma, nefret dilinin kurbanı oluyor. Alın “ucube” söylemini, alın içki kısıtlamalarıyla ilgili “tıksırıncaya, patlayıncaya kadar için!” söylemini, alın protestocu gençlere yönelik sözlerini. Daha gerilere gidin, hatırlayın “Ananı da al da git”lerini, “kusura bakmasınlar” diye diye savurduğu kusurlu cümlelerini... Tabii ki bu dilin, bu söylemin arkasında bunu besleyen bir düşünce ve kişilik yapısı var. Daha da vahimi bu dilin, bu söylemin nefret ve çatışma diline alıştırılmış kitlelerde pirim yapacağı hesabı da var. Oysa, fikir aynı kalsa da meramını nefret söylemiyle, kavga diliyle değil; ötekileştirmeden, tahrik etmeden, karşı tarafa itmeden barış diliyle de anlatmak mümkün. Mesela, tam bir nefret ve düşmanlık ifadesiyle, “tıksırıncaya, patlayıncaya kadar için” demek yerine, “içkinin zararları hepimizce malum, özellikle gençliği korumak istedik, eğer yaşam biçimi ve kişi özgürlüğünü tehdit eden bir yanı varsa, düzeltiriz” demek mümkün ve çok daha ikna edici.

Çok farklı bir kesimden; karşı “cephe”den bir başka örnek: Yüreklerimizdeki yeri apayrı olan “Beynelmilel” filminin yaratıcısı; ötekileştirmeye karşı, barış ve özgürlüklerden yana olduğundan kuşku duyulmayacak bir genç arkadaş (yani tabii bana göre genç) geçenlerde köşesinde çok öfkeli bir yazı yazdı. Referandum’da “Yetmez ama evet” diyenleri ağır sözlerle eleştirirken “zelil” sözcüğünü kullanmaktan bile çekinmedi. Kimileri çok beterlerini telaffuz etmişlerdi; o günleri hatırlıyorum, iş vatan hainliğine kadar vardırılmıştı. Ama o ağabeyler ablalar, yani benim kuşağım, Hrantça’nın bilinmediği, bilinse de Hrantça konuşmanın uzlaşıcılık sayıldığı, devrimci kabul görmediği bir dönemin alışkanlıklarını taşıyorlardı. Oysa gençler bu yeni dili duymuşlardı, en azından Hrant’ı tanıyorlardı.

Yazarın, “zelil” sözcüğünün anlam yükünü bilmediğini düşünmüyorum, lügatı zengin ve renkli biri; yine de sözcüğün çeşitli anlamları yanında, yaygın kullanımda “aşağılık” anlamına geldiğini hatırlatayım bilmeyenlere. Zaten yazıdaki diğer cümleler “zelil”i besliyordu. Ben “yetmez ama evet” demiştim referandumda. Kendimi hiç de zelil duruma düşmüş hissetmiyorum doğrusu. Başka bir yazı konusu ama, bugün yine belki farklı bir sloganla ve belli rezervlerle aynı tutumda olurdum. İnattan veya kuyruğu dik tutmak için değil; demokrasi ve özgürlüklere milim yaklaşılması uğruna, kimden gelirse gelsin, ileri bulduğum adımları desteklemeye hazır olduğum için. Haa...Bu düşünce yanlış da olabilir, konuşuruz, ikna olurum veya ikna ederim. Ama size vatan haini veya zelil dendi mi, konuşma biter, diyalog olanaksızlaşır. İşte Hrant’ın, eğer sahiplenmeyi becerebilirsek bize miras bıraktı dil, insanları farklı düşündükleri, farklı siyasal tercihleri olduğu veya farklı etnik, dinsel, kültürel kimliklere sahip oldukları için “zelilleştirmeyen” dildir.

 
Ve bir özeleştiri

Örnekleri çeşitlendirmek yerine kendimden örnek vereyim. Bu aynı zamanda bir özeleştiri. Hrant’ın dilini öğrenmeye çabalayan yaşlıca bir öğrencinin, mezuniyet için çok çalışması gerektiğini fark etmesinin itirafı.

Bir süre önce “Bu Urba Kürtlere Dar Geliyor” başlıklı bir yazı yazmış; anadilde eğitim ve bir çeşit yerinden yönetim olan demokratik özerklik projesinin tartışılması, üzerinde düşünülmesi gerektiğini belirtmiştim. Bununla yetinmemiş, kaygılarımı ve o kaygılara bağlı eleştirilerimi de yazmıştım açık yüreklilikle. Gördüğüm tehlikeleri ve olumsuzlukları açıkça söylemezsem, gelecekte bu tehlikelere ve olumsuzluklara maruz kalabilecek Kürt ulusal hareketine, Kürt arkadaşlarıma, Türkiye’ye, barışa ve özgürlüklere karşı “suskunluk suçu” işlemiş hissedecektim kendimi.

Yazıya; hakarete varan, hatta hakareti aşan tehditler geldi. Bunları hiç önemsemedim. Her kesimden gelebiliyor böyle tepkiler. Zamanla, hakaretlere ve tehditlere karşı şerbetleniyorsunuz. Ama bir şeyi çok önemsedim: Yazının dilinin, Kürt hareketinin çeşitli kesimlerinde, Kürt arkadaşlarım arasında burukluktan öfkeye, haksızlığa uğramışlıktan tepkiye varan olumsuz bir ruh hali yaratmış olduğunu öğrendim. O yazıda, “Kürt hareketinin gelişmişliği artık köylü devrimciliğini aşmıştır ve belli dönemlerde ve yerlerde halkların özgürleşmesini sağlamış olan silahlı köylü devrimciliği, yöntem ve düşünce olarak bugün önemli tehlikeler barındırmaktadır,” diyordum öz olarak. Bunu söylerken Kamboçya başta olmak üzere birkaç da örnek veriyordum.

Şimdi kimse yanlış anlamasın, özeleştirinin hangi noktada olduğunu es geçmesin. Dünyanın farklı ülkelerindeki deneyimlerle doğrulanan bu düşüncemin sonuna kadar arkasındayım. Ama, bu kadar halisane niyetlerle yazılmış bir yazı böyle tepki doğurduysa, bunu sadece karşı tarafın yanlış anlamasına veya alınganlığına yükleyemeyiz. Yazanın (yani benim) dilimde, söylemimde Hrantça olmayan bir şey, bir yanlış var demektir. Barışın ötekileştirmeyen dilini kullanmayı daha iyi becerebilseydim, meramımı anlatır, daha da ötesi diyaloğa açık bir tartışma ortamı yaratıp etkili olabilirdim.

İşte böyle. Uzun süredir Hrantça konuşmaya çalışıyorum. Barışın ve anlayışın dilini kullanabilmek için “mücadele”, “savaş”, “düşman” gibi sözcükleri unutma temrinleri yapıyorum. Çünkü dilin düşünceyi belirlediğini biliyorum. Ama bakın, hiç de kolay değil barışın dilini kullanabilmek. Bu kadar gayretli öğrenciyim, yine de bütünlemeye kaldığım oluyor Hrantça’dan.

Sevgili Hrant hocamın, dil kursuna geç başlamış bir öğrenci olarak beni mazur görmesi; siyasetçilerin ve gençlerin ise bu kursa hemen kaydolmaları dileğiyle...Onun başlattığı milattan dört yıl sonra, bu satırları yazarken gözlerimden süzülen yaşlarla...

Oya Baydar, T-24, 19 Ocak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder